Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’dur (öl. 1939). Kendisi aslen Yahudi’dir. Yahudi bilgisi, kültürü içerisinde yetişmiş, daha sonra orta yaşlardan itibaren ateist bir tavır takınmıştır.

Psikanaliz’e ilgim rahmetli Ayhan Songar’ın yazılarını okuma ile başladı. Müslümanların bu sahada çekingen oluşları ile ilgim daha da arttı. Bir de bu sahayla uzaktan yakından ilgilenen veya ilgili olan insanların genellikle ateist, iman ve ibadet hayatlarında zayıf olması, psikanalize ilgimi daha da artırdı. ‘Psikanaliz neden insanları imandan yoksun kılıyor?’ sorusunun cevabını bulmak için Freud’un bütün eserlerini okuma kararı aldım. Bununla yetinmedim, ona karşı olan veya ondan farklı bir yol izleyen diğerlerini de okudum. Bunun için aşağı yukarı dört yıl kadar bir zaman harcadım. Bunları şunun için söylüyorum ki, bu yazı öyle üstünkörü, derme çatma bir psikanaliz bilgisiyle yazılmadı. Varılan kanaatler de ağır bir çalışmanın, uzun erimli bir düşünmenin sonucu elde edildi.

Öncellikle Freud’un ‘psikanaliz’ kelimesindeki yanlışlığına dikkati çekmek isterim. Türkçesi ruhçözümleme. Aslında doğrusu nefisçözümleme olmalıydı. Zira Freud ruhun değil, nefsin anatomisinin çözümlemesini yapmıştır. Nefsin de emmare (kötülüğü emredici) düzeyini temel almıştır. Hidayetten yoksun birisinden başka zaten ne beklenebilirdi? Freud sadece ruhu değil Allah’ı da açıkça inkâr etmektedir. Bilindiği üzere ruh, Allah’tan bir nefhadır (soluk). Gıdası ibadetlerdeki nur ve feyizdir. İnsan ibadetlerden uzak bir yaşam sürdüğünde ruh zayıflar, adeta söner. Böyle birisi hemen nefs-i emmaresinin boyunduruğu altına girer.

Şunu unutmayalım ki, ruh hiçbir zaman hastalanmaz. Ruh hastalığı olarak bilinen şeyler, nefisten kaynaklanır. Ruh ibadetsiz kaldığında zayıflar, bir kenara çekilir, hastalanmaz; nefis azgınlaşarak çeşitli hastalıklar baş gösterir. İnsan kötülüğü emreden nefsinin egemenliği altına girer. Bu yanlış durum karşısında hayata tutunmak, diğer insanlarla ilişkileri korumak için nefis, çok büyük sıkıntılar çekmeye başlar ve bazı ruhsal hastalıklara sığınır veya duçar kalır. İnsan iç dünyasında ruhunu hâkim kılsa idi ne herhangi bir ruhsal rahatsızlığa yakalanırdı ne de yaşam ve insan ilişkilerinde üstesinden kalkamayacağı en ufak bir sıkıntıya düşerdi.

Elbette peygamberimiz (s.a.s) hayattan ve insanlardan gelen onca sıkıntıyla boğuşmuştu. Ama o yine de şükreden bir kuldu. Halinden dolayı Allah’tan (c.c.) razı idi. Bu yüzden ruh sağlığı açısından en mükemmel insandı.

Nefis adeta bedenin atmosferidir, ruhudur. Anasır-ı erbanın (hava, su, toprak, ateş) özelliklerini taşır. Anasır-ı erba Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yoktan yarattığı şeylerdir. Onun için nefis yokluğa iştiyak duyar. Allah’ın emrine bağlanmaktansa ölmek ister. Özgürlüğüne çok düşkündür. Ruh ise Allah’tan bir soluk olduğu için ibadetlerden haz alır. Nefsin elinde esir durumda olan bir insan, ruhunun ibadetlerden aldığı bu hazzı pek az duyumsar. Ruhun gıdası ibadetlerden gelir. Nefsin gıdası ise bedene bağlıdır. İçgüdüler nefsin gıda aldığı kapılardır. Din bunları yok farz etmemiş, ama bunların doyurulmasını belli kayıtlara ve ölçülere tabi tutmuştur. Bu kayıtlara ve ölçülere dikkat edilemediği zaman nefis azgınlaşmakta ve iç dünyada büyük bir huzursuzluk baş göstermektedir.

Freud bütün ömrünü nefs-i emmareyi çözümlemeye adadı. Buluşları için çok şanslıydı. Zira çocukluğu ve gençliği ile dindar bir ailede ve muhitte büyümüştü. Tevrat ve onun tefsiri olan Talmut’u okuyarak yetişmişti. Yüce Allah (c.c.) tüm ilahi kitaplarında olduğu gibi Tevrat’ta da insana ruhsal yapısını, iç dünyasını tanıtmıştı, ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Özellikle onun kötülüğe düşkün olan cephesini konu almıştı. Freud, büyüyüp olgunlaştığında ve meslek olarak ruh hekimliği branşını seçtiğinde bu küçüklüğünde ve gençlik çağında ilahi kitaplardan öğrendiği nefis kavramını seküler (din dışı) alana taşıyıp gözlem ve deneylerle onun içeriğini zenginleştirerek insanı yeniden keşfettiğini ilan etti. Bilinçdışı, biliçüstü ve bilinç kavramları ile insanı yeniden tanımladığını söyledi. Hâlbuki bütün bunlarla insanın sadece nefis yönünü gösterdi. Bulduğu yeni bir şey değildi. Bütün ilahi kitapların söylediği, açıkladığı, özelliklerini belirttiği nefis kavramı idi.

Freud insanı içgüdülerinin, özellikle cinsel içgüdüsünün emrinde bir varlık olarak gösterdi. Bu cinsel içgüdü tatmin olmadığında, istismar edildiğinde çeşitli ruhsal hastalıkların baş gösterdiğini belirtti. Ruhsal hastalıkların birinci nedeni olarak bunun üzerinde durdu.

Gerçekten nefsin en temel içgüdüsü cinselliktir. Hayatı o ayakta tuttuğu gibi toplumun temeli olan aile kurumu da ona bağlıdır. Fakat Freud bu buluşu ile insandaki iki gözden sadece birisini görmüştür. Nasıl kafamızda iki tane gözümüz varsa iç dünyamızda da iki tane farklı güç kaynağı, yani nefis ve ruh bulunmaktadır. Nefis için cinsel içgüdü adeta varlık sebebi iken ruh için bunun bir kıymeti yoktur. İnsan Allah’tan (c.c.) bir nefha olan ruhun eğilimlerini dikkate almadığı zaman hayvanlaşmakta, adeta şehvetini ilah makamına yükseltmektedir. Ruhun ızdırabı yücelere ulaşmak, bu garip dünyadan asıl vatanına hicret etmektir. Yüce Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmaktır. Ruh Rabbine inanmaya, ibadetlere muhtaçtır. Bunlarsız hep bir arayış içerisinde bulunur. Ruhunu ibadetlerle tatmin etmeyen kişi, nefsinin azgınlaşmasına, hastalanmasına neden olur. Freud’un temel içgüdü olarak adlandırdığı, tatmin olmadığında kişiyi hastalandırdığını söylediği cinsel içgüdünün esiri olarak kalır. Ruhunu iç dünyasında hâkim kılan kişinin ruhaniyeti nerede, nefsini iç dünyasında hâkim kılan kişinin hayvanlığı nerede? Bunlar adeta cennet ve cehennem gibi birbirinden farklı mekânlara hitap etmektedir. Şöyle hayal dünyamızda bu iki tipi yan yana canlandırdığımızda Freud’un nefis hesabına cinsel içgüdü konusunda söylediklerinin doğru olduğunun; din ve tasavvufun ise ruh konusunda ifade ettiklerinin insanı daha kapsayıcı ve daha doğru olduğunun farkına varırız. Ruh iç dünyada hâkim olduğunda elbette cinsel içgüdü daha düzenli, daha iyi işleyecektir. Cinsel sorunlar, istismarlar nefislerine düşkün ama genellikle ruhlarının gıdalarını ihmal eden insanlarda meydana gelmektedir.

Kuşkusuz Freud bulgularını çok sistematik bir tarzda ortaya koymaktadır. Ayrıca deney ve gözlem gibi bilimsel yöntem ve tekniklerle hareket etmektedir. Bilimsel ve akılcı tavrı da insanları etkisi altına almaktadır. Onun buluşlarına bir süre sonra hayran olmamak elde değildir. Fakat psikanalize kuş bakışı baktığımızda büyük bir yanılsamanın içerisinde olduğumuzu, ruhu inkâr eden Freud’un yalancı bir dünyada, hayal dünyasında gezdiğini hemen anlarız. O insanı değil nefsi konu almıştır. Nefsin bataklığında insanları kurtarmak gibi sonuçsuz bir işe girişmiştir. Çünkü psikanalizde nefsin bataklığı dışında insanın ayaklarını dosdoğru basacağı bir kara parçası bulunmamaktadır. Psikanalizde derinleştikçe insan yavaş yavaş ruhu ve Allah’ı bu yüzden inkâra başlamaktadır. Din ve tasavvufa göre nefsin dini yoktur. Nefis tamamen küfür üzere yaratılmıştır. İnsanlar ilahi tebligatla nefislerine uymamaya davet edilmişlerdir. Çünkü nefis daima kötülüğü emredicidir (bk. Yusuf suresi, 53)

Dini bütün Müslümanlar Freud’un çok büyük bir din düşmanı olduğunu bildikleri için haklı olarak her şeyine karşı çıkarlar. Ona şüpheyle yaklaşırlar. Elbette bu tavır bir reflekstir. İnsanın veya toplumun inancı uğruna kendisini savunmasıdır. Gerçekten Freud’un eserleri çok tehlikelidir. İnsanı adım adım dinsizliğe, manevi bir çıkmaza ve bunalıma götürür.

Psikanalizin dini açıdan tehlikesi, insan hakkında yanlış bilgiler vermesi değildir; hakkın bir kısmı ile insanın bütününü temsil ettiğini söylemesidir. Yani nefsi insanın tüm ruhsal yapısına teşmil etmesi ve ruhu inkâr etmesidir. Freud insana nefis hesabıyla baktı ve şeytanın insanı çamurdan yaratılan bir varlık olarak görmesi gibi onu tebcil etmedi. Oysa yüce Allah Hz. Adem’i (a.s) kurumuş balçıktan yarattıktan sonra ona ruhundan üfledi. İnsanı böylece aziz kıldı. Meleklerin ve şeytanın ona secde etmesini emretti. Şeytan bu emri dinlemedi. Oysa şeytan da (Allah’ın laneti üzerine olsun), Freud da insana sadece nefis hesabı ile baktılar, onu içgüdülerinin tutsağı bir varlık olarak kabul ettiler, değerlendirdiler. Freud ruhsal hastalıkların bu içgüdülerin tatmin olmamasından kaynaklandığını belirtti, şeytan da insanı günahları süslü gösterip bu içgüdülerle azdıracağı yönünde Allah’a yemin etti (bk. Hicr suresi, 39)

Dini açıdan Freud’a karşı çıkan yazarlar, aslında Freud’u pek incelemeden, yüzeysel bir bakış açısıyla, sığ görüşlerle, hatta sırf Freud’un her görüşüne karşı çıkmak için kitap yazmışlardır. Bunların çoğu okunmaya bile değmemektedir. Freud’un ekmeğine de yağ çalmaktadır. Aslında Freud’a karşı çıkmayan Müslüman yok gibidir. Bu karşı çıkış nedeni ile dinden haberi olmayan, belki din konusunda bir şeyler bilmeyen veya çok az şeyler bilen kişiler de olumsuz yönden etkilenip Freud hayranı olarak dine karşı farkına varmadan cephe alabilmektedirler. Evet, Freud insan hakkında doğruyu söylemiştir. Daha doğrusu insan nefsini tanımlamada, açıklamada, tahlil etmede eşsiz bir deha örneği olmuştur. Fakat zekâsını kötüye kullanmıştır. İnsanı sadece nefisten oluşan bir varlık olarak tanıtmakla, değerlendirmekle büyük bir insanlık suçu işlemiştir, insanlığa zulüm kapısını açmıştır. Onun dine yaptığı tahribatı hiç kimse o derecede gerçekleştirememiştir. İnsanları hakla dalalete (sapkınlığa) sürüklemiştir. (Devamı var...)