marx'ın akıl hocası.

sistem'ini teşkil eden beş fikirden daha ilki olan "felsefe bilimsel olmalıdır ki, rasyonel ve sistematik olabilsin." teziyle sıçar. ikincisi geist** olup, tanrısal olanı, bütün insanların içindeki tek aşkın gerçekliği temsil eder ona göre. üçüncüsü tarihle ilgilidir ve tarihin sadece bir olaylar kronolojisi olmadığını; bir çeşit "ilerleme" sergilediğini söyler. dördüncüsü diyalektiği açıklar: tarih, bir aşamadan*, ona zıt olan başka bir aşamaya* gider. bu sırada üçüncü aşama olan sentez de hâlihazırda insanlığın sıhhatini bekliyordur (!). beşinciye gelince, o da özgürlüğe dairdir ve özgürlüğü, toplumun içinde kendini gerçekleştirme gücü olarak tanımlar. hatta bunu biraz da, daha sonra dillere düşeceği milliyetçi duygularla yapar. soren kierkegaard iyi vurmuştur bu tarafından kendilerini. hoş, soren çok yerinden vurmuştur, ama üzerinde durulacaktır.

bir kere birincisi, felsefenin rasyonel ve sistematik olma gibi bir zorunluluğu yoktur. bu, felsefeyi statize etmek demektir; durdurmak ve sonra da itmeye çalışmak anlamına gelir. halbuki felsefe durdurulmadığı sürece, devinebilme yetisine zaten sahiptir. akıl ve nesnel gerçeklik arayışının popüler olduğu dönemin batı felsefesi'ne egemen olan hegelci sistem, ne olursa olsun, aklın ve nesnelliğin sınırlarını kavrayamaz. çünkü elzem olan, benim için oluş hâlinde olan gerçeği; "uğrunda yaşayıp ölebileceğim fikri" bulmaktır. sözde nesnel gerçekliği bütün felsefi sistemler üzerinde çalışarak keşfetmek ve nihayetinde içinde yaşamadığım bir devlet teorisini ortaya koymak; sonuçta başkalarının desteğiyle ayakta duran bir dünya kurgulamak beni tatmin etmez. yaşamıma bir şekilde dokunamayacak, en az hegel'in basuru kadar kuru "nesnel" gerçeği ne yapabilirim? velhasıl, soren kierkegaard da bu bakış açısından, hunharca dövmüştür kendisini. nöral kapasiteyle sınırlanmış akıl ve bu akıldan türeyen algıyla sınırlanmış nesnellik olgularının karşısına, sınırlanması imkânsız tutku ve öznellik kavramlarını yerleştiren soren, felsefeden, bize nasıl yaşayabileceğimize dair dersler çıkarır.

gelelim geist kavramına. bu kavram dâhilinde, batı'da "birey"* diye tanımlanan özne, bertaraf edilmiş durumdadır. individual olan birey ile birey olan birey çok farklı; o yüzden ayırma gereği duydum. bundan sonra da buradaki birey için, "özne" kavramını kullanacağım. hegel'de bireyler, kendi çağlarının temsilcilerinden başka bir şey değildir; öznel bakış açısına yer yoktur. bok yemesi de burada ortaya çıkar esasen. hegel'in, bugün de popüler olan tarihsel bilinci, öznenin kendisini anlamasından, kendisine yaklaşmasından ziyade, ondan kaçması demektir. hegel, özneyi mutlak bir soyutlamanın içinde eritir ve sisteme mâl eder. tanrı da bu arada geist'e indirgendiği için, dinselliği kolaylaştırma ve marx'a yer hazırlama çabaları* gözden kaçmaz. dindar biri değilim; ancak bu yaklaşımın taraflılığı ortaya koyulmalı.

tarihe gelince, soren'in tek bir cümlesi sanırım tüm bu zırvalamaya bir cevap niteliğinde olacaktır: "... filozofların söylediği gibi, yaşam geriye doğru anlaşılır sözü tam olarak doğrudur. ancak, yaşamın ileriye doğru yaşanması gerektiği önermesini unuturlar ..."

hegel, çelişki hâlindeki görüşlerin sentezlenebileceği iddiasıyla, öznenin seçim yapma seçeneğini ortadan kaldırır. bütün seçeneklerin bir araya getirilebileceğini öne sürer. individual olan birey, yani özne, kendi yaşamına yön verebilmek adına, seçimler yapabilmelidir ve bir bileşime kurban gitmemelidir. kierkegaard'ın "ya/ya da"sı da buna güzel bir göndermedir esasen.

son olarak hegel'in, bireylerin kendi çağlarının rasyonel ideallerini onaylamak olarak ortaya koyduğu "pozitif özgürlük" kavramı, yenilesi cinsten bir kavramdır. neden ben çağın rasyonel idealine hapsolunayım ki? kim oluyor? üçüncü tekil şahısların sorumluluk almaktan kaçış denemelerine "pozitif özgürlük" denemez. öznel özgürlük, bütün bunlardan önce gelir.