El Maquinista / Makinist (2004):
Brad Anderson’ın özellikle atmosferiyle önplana çıkan filminde başrol taze Oscarlı Christian Bale’e aitti. Karakteri Reznik’in ruh halini yansıtması açısından Bale o zamanlar epey kilo vermiş, tanınmayacak hale gelmişti. Uyuma yeteneğini yitiren, aşırı yorgunluk ve uykusuzluktan dolayı sanrılar görmeye başlayan Trevor gitgide akıl sağlığını yitirir. İşyerinde bir anlık dikkatsizliği yüzünden mesai arkadaşının elinin kopmasına neden olacak o kazadan sonra kendisinin öldürüleceğini düşünmeye, bu konuda paranoyalar üretmeye başlar. Anderson’ın bu sağlam filmi şizofreninin çok kullanılan türünü, paranoidi sinemaya taşır. Öldürülme korkusu yaşayan Trevor’ın finalde öğrendikleriyle ters köşeye yatmamız bir oluyordu. Bale’in kariyerinin en sağlam performanslarından bir tanesini ortaya koyduğu film sadece bunun için bile izlenmeli.
Beyza’nın Kadınları (2005):
Sinemamızda sağlam bir gerilim ne yazık ki mevcut değil. Korku-gerilim olarak piyasaya sürülen çoğu film Hollywood ürünlerinin birer taklidi olmaktan kurtulamamışlardı. Beyza’nın Kadınları sinemamızın bu alandaki eksiğini biraz da olsa kapamak amacıyla (aslında daha çok parayı iç etmek amacıyla) yola çıkan bir film. Beyza’nın Kadınları da yabancı polisiye dizilere benzeyen bir yapıya sahip olsa da kanımca önemli bir gerilim olarak sinema tarihimize geçti. Öyle bir başyapıt değil ama gerilim türünde çekilen filmlerin çıta vazifesi bile görmediği sinemamız için önem arz eden bir film. Demet Evgar, Beyza ve alter egolarını başarıyla kotarmıştı. Adından da anlayacağımız gibi Beyza şizofrenik bir kadın. Alter egolarıyla cinayetler işleyip bunları hatırlamayan birisi.
Frankie and Alice (2010):
2011′deki diğer büyük filmler arasında kaynayıp giden bir gerilim filmi Frankie and Alice. Ülkemizde vizyona girmeyen film, Amerika’da da gündemi meşgul edemeden sinemalardan ayrılmıştı. Genelde şizofrenik karakterler oyuncusuna ödül ve adaylıklar getirir. Başroldeki Halle Berry’nin adaylıklara ulaşamamasının bir nedeni bu sene Natalie Portman’ın da şizoid bir karakteri canlandırıp gündemi uzunca bir süre meşgul etmesinden kaynaklanıyordu. Biraz da bu sebeple Berry’nin performansı gündemde yer edemedi, filmi gibi. Berry filmde Frankie’yi ve onun kötücül benliği Alice’i kotarmıştı. Frankie, kendisini beyaz olarak gören, faşist eğilimlere sahip, hayatını berbat eden Alice ile savaşa girişiyordu. Diğerleri kadar sağlam bir film olmasa da gene de bir şans tanınabilir Frankie and Alice’e.
Spellbound / Öldüren Hatıralar (1945):
Kariyerine 58 film sığdıran Hitch.’in çektiği bir diğer şizofreniyi konu edinen filmi. Favori oyuncusu Ingrid Bergman’a bu kez diğer rollerinden farklı bir rol vermiş, iyi de etmiş. Bergman filmde bir doktoru canlandırıyor. Fakat filmin önplanda olan karakteri tahmin edileceği gibi Gregory Peck’in canlandırdığı Anthony Edwardes/John Ballantine. Anthony bizlere bir doktor olarak tanıtılıyor. Ama yersiz yere sinirlenmesi, bağırması ve bayılması izleyende ve meslektaşı Constance’ta şüphe yaratıyor. Çok geçmeden Anthony’nin doktor olmadığını, en önemlisi doktor olan Anthony’nin yerine geçtiğini ama geçmişi hakkında hiçbir şey hatırlamadığını öğreniyoruz. Anthony öldürülmüştür. Suçlanan kişi de onun yerine geçen ve ileride adının John olduğunu öğreneceğimiz kişidir. Doktor Constance ise John’a çoktan aşık olmuştur. Gerçeği ortaya çıkarmak için John’a terapi uygulamaya başlar. John şizofren birisi. Nedensiz çıkışlarına ek olarak gerçek benliğini yitirdiği anlarda cinayet işleyebilecek ve bunu hatırlamayacak denli şizofrendir. Hitch.’in en iyi filmlerinden biri olarak görülür Spellbound. Bu filmde Hitch. çok sevdiği Freud’tan çokça yararlanmıştı.
Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi (1990):
Adrian Lyne yönettiği, Tim Robins’in döktürdüğü 90 çıkışlı bir gerilim filmi Dehşetin Nefesi. Robins kariyerinin en iyi performansını sergilediği bu filmde tahmin edileceği gibi şizofreniden muzdarip bir gaziyi, Jacob’ı kotarmıştı. Jacob Vietnam savaşından psikolojisi bozularak dönen birisi. Çocuğunun ölümüne yol açadan bir kazada başroldeydi. Savaşın kendisinde yarattığı baskıya, bir de oğlunun ölümü eklenince gerçeklikten kopmaya başlar. Fakat n’olursa olsun hayata tutunmaya ve bunları atlatmaya çalışır. Ta ki takip edildiğini düşündüğü güne kadar. Bundan sonrasında Jacob paranoyalarla, sanrılarla mücadele etmeye çalışır. Aslında Jacob ölü birisidir. Lyne zekice bir senaryodan kotardığı filmde Jacob Vietnam savaşında öldürülmüştür. Bizlere gösterilen tüm vakalar Jacob’ın son anılarıdır. Tabi gerçek olmayan yerler de vardır bu anılarda. Yukarıda da çoğu filmde irdelediğimiz gibi, Dehşetin Nefesi de paranoid şizofrenik bir karakteri temel almıştır. Savaşın acı yüzünün ve insan üzerindeki (Naziler’e atıfta bulunulur filmde) deneylere değinmesiyle daha da önem kazanmıştır. Buna ek olarak ters köşeye yatırmayı ve sağlam bir gerilim olmayı da başarmıştı.
Lost Highway / Kayıp Otoban (1997):
Konu şizofreni olunca büyük yönetmen David Lynch’in 2000′lerde çektiği başyapıtı Kayıp Otoban’ı anmamak olmaz. Çoğu kişiye sinemayı daha da sevdirecek, çoğu kişiyi de sinemadan nefret ettirecek bir yönetmen olan Lynch’in bu filmi bilinçaltını, rüyaları, gerçeği inanılmaz bir kurgu, gerilim ve erotizmle karıştırmayı başarıyordu. Evi taciz edilen Fred, hayatta, cinsellikte ve evlilikte başarısız birisi. Hep olmak istediği ama olamadığı birisidir. Eşini, Renee’yi tatmin etmekten uzaktır. Bir gün bir cinayetin baş suçlusu olarak mimlenir. Filmin ikinci bölümünde, hapishaneden ve ölümden kurtulan Pete’in hikayesini izleriz. Fred’in tam zıttıdır. Cinsel açıdan oldukça faal, çekici, başarılıdır. Fred’in hep olmak istediği ama olamadığı birisidir Pete. Lost Highway karmaşık kurgusunda aslen Fred’in bölünmüş benliğini anlatır. Freud’u herkesten iyi çözümleyen Lynch’in bu filmi ilk bir kaç izleyişte kafaları karıştırır ama belki sonraki izleyişlerde her şey olmasa da bazı şeyler yerlerine oturabilir. 90′ların başyapıtlarından birisidir.
Donnie Darko / Karanlık Yolculuk (2001):
Richard Kelly’nin (şimdilik) tek sağlam filmi Donnie Darko vizyona girdiğinde sevindirici bir gişe elde edememişti ama çok geçmeden dvd ve divx’ler sayesinde hakkettiği mertebeye ulaştı. Kendisine hayran bir kitle oluşturmayı ve günden güne de bu kitleye yeni sinefilleri eklemeyi başardı. Bu filmde en temel mevzu, yukarıdaki filmlerden farklı olarak şizofreni değildi. Başkarakteri olan Donnie yalnız, anlaşılamamaktan muzdarip, hayattan bıkmış bir ergendi. Bu özelliklerine ek olarak tam olmasa da bir şizofrendi. Filmdeki çoğu şey de hayalinde gerçekleşiyordu aslında. Kelly’nin şizofrenik ergen karakteri listenin en farklı şizofrenlerinden bir tanesi.
Yer imleri