Günümüzde şizofreni diye adlandırılan olgu, çağlar boyu hekimleri ve düşünürleri ilgilendirmiştir. İ.Ö. 1400 yıllarından kalma bir Hindu yapıtında, şeytanların gazabına uğramış ve “obur, pis, çırılçıplak gezen, belleğini yitirmiş ve tedirgin bir biçimde dolaşan” bir hastadan söz edilmektedir. İ.S. birinci yüzyılda ülkemizin Kapadokya yöresinde yaşamış olan Areteus ve İ.S. ikinci yüzyılda Soranus, şizofrenik tepkilerden bazılarını ve özellikle paranoid tepkileri, günümüzdekine oldukça yakın bir biçimde tanımlamışlardı. Ne var ki, sonraları ve özellikle Ortaçağ’da şizofreni kavramının üzeri batıl inançlarla örtülmüş ve ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bilimsel inceleme konusu durumuna gelebilmiştir.
Blakiston’un tıp sözlüğünde (1956) şizofreni aşağıdaki biçimde tanımlanmıştır:
“Şizofrenik tepki, genellikle ergenlik döneminin sonlarında ya da genç yetişkinlikte görülen, çeşitli oranlarda ve biçimlerde duygusal, davranışsal ve zihinsel bozuklukların eşlik ettiği, gerçeklik ilişkilerinde derin bozukluklarla karakterize olan psikotik tepki gruplarından biridir. Bu tepkiler, düşünce akımında olağandışı sapmalar, daha önceki gelişim dönemlerine gerileme eğilimleri ve çoğu kez, sanrılar ve hezeyanlarla belirlenir.”
Şizofreni bir kavram olarak ilk kez Kraepelin tarafından tanımlanmış olmakla birlikte, ondan önce yaşamış iki araştırıcının da bu konudaki katkılarından söz etmek gerekir. “Dementia praec°x” terimi ilk kez 1860′ta Morel tarafından, genç bir adamda praecox = erken gözlemlediği aptallık durumunu (dementia = bunama) tanımlamak amacıyla kullanılmıştı. 1863′te Kahlbau erinlik döneminde ortaya çıkan bu tür ruhsal bozuklukları tanımlamak amacıyla “paraphrenia hebetica” terimini kullandı. İlk ke: 1898′de Kraepelin, dementia praecox kavramının sentezini gerçekleştirerek günümüzdeki yaklaşıma ışık tutan görüşlerini getirmiş oldu.
Kraepelin, kendisinden önceki bazı araştırıcıların değişik isimlerde ve farklı ruhsal bozukluklar olarak tanımlamış oldukla: durumların, gerçekte aynı hastalığın farklı türleri olduğu ve tümünde ortak olan özelliğin bunamayla sonlanma olduğu görüşünü ortaya attı. Ön planda görülen belirtilerine göre, dementi praecox’u, hebefrenik, paranoid ve katatonik olmak üzere önce üç gruba ayırdı, sonradan Bleuler’in önerisine uyarak basit tip de bunlara kattı. Kraepelin, dementia praecox’un bir metaboliz ma bozukluğu sonucu ortaya çıktığına inanmış, ancak bu görüşünü destekleyecek kanıtlar bulamamıştı.
Şizofreni konusunda Kraepelin’den sonra en önemli katkı Bleuler’den gelmiştir. Bleuler’in bu konuda 1911′de yayımlamış olduğu monograf, psikiyatrik literatürde klasik bir yapıt olarak kalmıştır (1952). Bleuler, Kraepelin’in temel görüşlerini olduğu gibi kabul etmekle birlikte, bu görüşleri daha da genişletme yönüne giderek, psikopat kişilerde görülen psikozlar ve alkol hallusinoz-ları gibi durumların şizofreni ile ortak olan yanlarını da incelemiştir. Ayrıca, şizofreni belirtileri gösteren birçok insanın hastaneye gitmeden de yaşamlarını sürdürebildiğini açıklayan Bleuler, hastalık belirtilerinin hafif seyrettiği gizil şizofreni durumları da tanımlamıştır. Bleuler, Kraepelin’den farklı olarak, şizofreni nin mutlaka bunama durumuyla sonlanmadığım, bu hastalı daha çok zihinsel bağlantılardaki bir bozukluk ve kişiliğin temel işlevlerinde bir parçalanmayla belirlendiği görüşünü savunmuştu. Bundan ötürü, dementia paraecox terimi yerine Yunancada schizis (bölünme, parçalanma) ve phren (zihin) sözcüklerinin birleşiminden oluşan şizofreni (schizophrenia) teriminin kullanılması nı önermişti. Bu terim günümüzde dementia praecox’un yeri: tümden almış bulunmaktadır.
Bleuler’in şizofreniye ilişkin bir diğer katkısı da, otizm (autism) kavramını geliştirmiş olmasıdır. Otizm, gerçek dünyada:uzaklaşma ve mantıklı düşüncenin karşıtı olan özel bir düşünce biçiminin geliştirilmesiyle belirlenir. Otistik düşünce, dış dünyadaki gerçekleri bireyin korku ve isteklerine göre yeniden yaratır ve yorumlar, kişinin bir düş dünyasında yaşamasını sağlar. Bleuler’e göre, otistik düşünce, duyguların çok yoğun olduğu durumlarda, artistik yaratıcılıkta ve çocukların oyunlarında da görülebilirse de en belirgin biçimiyle şizofrenide kullanılır.
Meyer (1911), Kraepelin ve Bleuler’in yaklaşımını kabul etmekle birlikte, bu görüşlere yaratıcı bir yön daha katmıştır. Meyer, şizofreninin yalnızca kesitlemesine değil, boylamsal olarak da incelenmesi gereğini ortaya koymuş ve şizofrenik kişinin ya-şammm başından itibaren incelenerek, psikozun oluşumuna katkıda bulunma olasılığı olan tüm etmenlerin incelenmesi gereğini savunmuştur. Böylece Meyer şizofreniyi, piskoza temel oluşturan olaylara karşı geliştirilen bir tepki (şizofrenik tepki) olarak ele almıştır. Meyer’e göre, boylamsal yöntemle yapılan incelemelerde şizofrenik kişinin yaşam biçiminin giderek nasıl bozulduğu açıkça görülebilir.
Gerçi Freud çalışmalarını daha çok nevrozlar üzerinde yoğunlaştırmıştır ama, psikoz konusundaki katkıları da büyük önem taşır. Meyer’in yanı sıra Freud da, şizofrenik tepkilerin anksiyeteye karşı geliştirildiği görüşünü savunmakla, şizofreni kavramına psikodinamik yönden yaklaşımın öncüsü olmuştur. “Rüyaların Yorumu ” adlı yapıtında Freud, rüyaların arkaik ve simgesel içeriğiyle şizofrenik belirtiler arasındaki benzerliğe dikkati çekmiştir. Freud, şizofrenik belirtilerin açıklanmasında bilinçdışı kavramından da yararlanmıştır. Ona göre şizofreni, kişinin bu duruma yol açan psikodinamik süreçlerin bilincinde olamamasının yanı sıra, olayları bilinçdışına itememesi sonucu paradoksal bir biçimde oluşmaktadır (1896).
1903 yılında yazdığı “‘Dementia Praecox’un Psikolojisi” adlı yapıtı ile Jung, psikanalitik kavramları tümüyle şizofreniye uygulayan ilk araştırıcı olmuştur. Özellikle “sözcük çağrışım testi” ile yaptığı incelemeler sonucu Jung, sanrılar, hezeyanlar ve diğer şizofrenik belirtileri, “autochthotonus complex” diye adlandırdığı bir sürecin etkinlikleri olarak yorumlamıştır. Bu kompleks, duygusal Çatışmalar sonucu bir grup düşüncenin bilinçten koparak bağımsız bir ada biçiminde etkinliklerini sürdürmelerini tanımlar. Jung da Freud gibi rüyalarla şizofrenik belirtiler arasındaki ilişkiye değinerek, bunu şöyle açıklamıştır: “Eğer rüya gören kişi yerinden kalkıp rüyalarının içeriğine göre davranabilseydi, şizofreninin klinik belirtilerini gözlemlemiş olurdu.”
1913′te Jung iki temel kişilik yapısından (içedönüklük ve dışa dönüklük) söz etmiş ve şizofrenik kişilerin içedönük kişilik yapısına sahip oldukları görüşünü savunmuştu. Daha sonraki yazılarında ise (1921, 1939), şizofrenik belirtilerin çoğunun kolektif bilinçdışında var olan arketiplerin yeniden canlandırılması sonucu oluştuğundan söz etmiştir.
İlişkiler kuramını geliştirmiş olan Sullivan’a göre (1953, 1956) şizofreni, ana-baba ile çocuk arasındaki sağlıksız ilişkiler sonucu ortaya çıkar. Ona göre bu tür ilişkiler, anksiyeteyi karşılayabilecek tepki biçimlerinin geliştirilebilmesini ve benlik sisteminin normal olarak gelişebilmesini engeller. Bunun sonucu kişi, diğer insanlarla ilişkilerini sürekli olarak yanlış bir biçimde algılar ve yorumlar.
Şizofreni konusunda önemli katkılardan bazıları da, varoluşçu ekolden gelmiştir. Örneğin Binswanger (1958), şizofrenik kişilerin gösterdiği belirtilerin incelenmesinin yanı sıra, bu kişilerin hastalık öncesi yaşam dönemlerindeki varoluş biçimlerine, patolojik eğilimlerine ve yaşantılarının özgün yönlerine de önem tanımıştır. Bir diğer varoluşçu Minkowski, “La Schizophrenie” adlı yapıtında (1953) bu hastalığın temel özelliğinin, “gerçeklikle ilişkinin yitirilmesi” olduğu görüşünü savunmuştur. Başka bir yapıtında Minkowski (1958), şizofrenik kişilerde gözlemlenen yer ve zaman algılaması değişikliklerinden söz etmektedir: Şizofrenilerde yer, sabuklamalara konu olan nesnelerin tümünü kapsamına alabilecek kadar geniş bir biçimde algılanmakta, buna karşılık zaman, geçmişten ve gelecekten koparak şimdiki zamana sınırlanmaktadır.
Şizofreni kavramına varoluşçu açıdan yaklaşan bir diğer araştırıcı da, “Bölünmüş Benlik” (1960) ve “Ben ve Başkaları” (1961) adlı yapıtlarıyla tanınan İngiliz psikiyatrisi Laing’dir. Yapıtlarında şizofreniyi, özellikle toplumun mu ya da bireyin mi hasta olduğu açısından inceleyen Laing, bir ara Batı uygarlığına veda ederek Seylan’ın Kandubodda yöresindeki Therevada budist manastırına kapanmış, ancak sonradan ülkesine dönerek özgün klinik yaşantılarını ölümüne dek sürdürmüştür. Laing şizofreniyi şöyle tanımlamıştır:
“Şizofrenik olarak adlandırılan yaşantı ve davranışlar, kişinin yaşanılmaz bir dünya içinde yaşayabilmek için yaratmak zorunda kaldığı özel bir strateji türüdür. Şizofrenik kişi, dış ve iç dünyalarının birbirine karşıt düşen baskıları tarafından kuşatılmış bir biçimde hareketsiz kalmıştır. Satranç oyununda hangi hareketi yaparsa yapsın mat olacak bir oyuncuya benzer.”
“Belirtiler” ya da “ruhsal hastalık” gibi terimleri kullanmaktan kaçınmış olan Laing, şizofreniyi bir kişilik özelliği ya da varoluş biçimi olarak ele almıştır. Alışılagelmişin dışındaki yaklaşımına karşın Laing ilk kitabında, kişinin varlığını sürdürmek zorunda olduğu bir ortam olarak “toplumsal gerçeklik” kavramının ve kişiler arası ilişkilerde geçerli olan ilkelerin, normal ve normal dışının tanımlanmasındaki tek ölçüt olduğunu vurgulamıştır. Benlikle dış dünya arasındaki sınırların belirsiz olma durumunu tanımlamak için “ontolojik güvensizlik” terimini kullanmış olan Laing, ruhsal bozuklukları bu kavramla açıklamıştır. “Bölünmüş Benlik” kitabında da bilimsel yaklaşımından ayrılmayarak, şizofreninin yorumlaması ve tedavisinde belirtilerin anlaşılabilmesine önem veren Laing, diğer insanlarca “çılgınlık” olarak yorumlanan varoluş biçimlerinin gerçekte anlaşılabilir oldukları görüşünü savunmuştur.
“Ben ve Başkaları” adlı makalenin devamı için tıklayınız