-
bedenimin de solcusuyum şüphesiz
bir yürek mevzu,
senperyalist fikrin aykırılığında...
ve inanırım ki
iki kişilik bir devrimdir aşk.
sokağa çıkma yasağı da ilan edilebilir,
malum ayrılıklar ardından,
gidene denk gelmemek için
yol üstü tesadüflerinde...
[bir emre gökçe şiiri.]
-
'' İçeceksin Arkadaş ''
Rakı sofrasında susulmaz arkadaş,
Hıçkıra hıçkıra ağlayacaksın..
Arınacaksın gururundan, paşa gibi.
Şerefe ulan diyeceksin Şerefsiz Dünyaya inat şerefimize,
Kırar gibi tokuşturup kadehleri,
Gırtlağınla seviştireceksin meyleri..
Gömeceksin kendini şişelerin dibine, ölür gibi içeceksin!
Öleceksin arkadaş..
Oturtacaksın karşına geçmişini,
Güle güle küfür edeceksin...
Unutacaksın, unutur gibi içeceksin !
"İçiyorsan Rakıyı öve öve,
Söve söve kusacaksın ne varsa içinde.."
[ Can yücel]
-
çöle bütün iyiniyetimle girmiştim.
çöle bütün iyiniyetimle ve aptalca girmiştim.
ihanetin sarı ve sonsuz olduğunu
çok sonra öğrendim.
beni çölden geri getirdiklerinde
uykumda pembe köpekler görüp
gülümsüyordum.
dışarıda aşklar ve anılar bıraktım
içerde adımlarım kısa bakışlarım uzak kaldı.
oysa ben soğuk ve sisi sokakta kol kola bıraktım.
kırık havaları nasıl sevdimdi, sizinle tekrar karşılaşsam
ölürüm gibiydi, oysa her şey paranoya ve şizofreniydi.
olmayacak geri dönüşleri, ayinleri size bıraktım.
yüzümü ve anılarımı çıkaracak kadar güneşi yoktu yazların.
ben sizi nasıl da ağır, nazlı ve dur bakalım
sevdiydim.
ben sizi sahrada yağmurları bekler gibi
beklemedi miydim.
bir gülün soluklanma vaktiydi, sonsuzdu, pembeydi.
cam üstüne cam, oradaydım.
beceriksizliğin kumral ve geçici mevsimleriydi,
ben size görkemli ne varsa hepsini bıraktım
ve kendi göğsünde büyüdüydü çocukluğum.
yüzümü yok edecek aynayı buldunuz sonunda
avutun beni, çoğaltın beni, sırrınız oldum
hep bir şiirin sonu gibi konuştum, her dize
başka bir şiirden geldi, en son yanıtı buldum.
oysa çocuktum, gün gümüştü, sahra sarıydı, belgesel
bir aşktı, her şeyden benzim uçtuydu.
çocukluğum şaşkınlığımdan guatrımı yuttuydum,
olurdu böyle şeyler, avuttunuzdu beni
nerenize yerleştim.
yüzümü ve anılarımı çıkaracak kadar güneş yoktu yazların.
ağır ve nazlı, ben sizi develer tellal değilken de
sevdiydim.
var ettinizdi beni
hem de yok ettinizdi, bense bir çocuğun rüyasındaki
kartopu kadar gerçek olmak mı istedim.
şimdi durdurun beni, indirin beni tesellimden ey ruhum sen yola çık,
ben aklımı eski bahçeye gömeceğim.
bu yaylım ateşlerinde yıkanıp
sana döneceğim.
[ Birhan keskin]
-
denizin kederini anlatacak dili yok,
dedim ve devrildim,
böyle sürdü uzun yıllarım
düştüm, sustum, içimden geçirdim,
evi oldum sol yanından yaralı bir salyangozun
ve komşusu ağlayan bir ağacın.
yeryüzü, ah yeryüzü diyerek
gürültüsüne de alıştım
kapladığım yerin.
bana verdiğin bu yarı-saydam gövdeden
sisin altında uğulduyan ve ipuçlarını bir türlü
çözemediğim üç-ksik-uzun vakti geçirdim.
sadece bir baş dönmesi kaldı şimdi
ömrümden, o acı suyu biriktirdiğim.
ağaç anlatabilir kendini yağmura,
hiç değilse fısıldayabilir-bunu biliyorum.
kuş nasıl tarif edecek; konsa yeryüzünde av,
uçsa bir ömür boynunda vebal.
ve kimim ben, düşe kalka dolaşan
yorgun ruh, dolaşık gönül, som gurur?
ve kim, beni omzumdan öpüp o siyah
yolculuğa çağırır?
[Birhan keskin]
-
betonun hüznünden doğdum
suyun isyanından
güneşin kırılganlığına dokunup
geliyorum.
sana söz yakışır,ağzını hazırla.
kırık bir şehir hikayesinden doğdum
kırk meseleden
bardaklara ve demli çaylara dokunup
geliyorum.
sana söz yakışır,elma da.
aslı ve astar'ı olmayan bir hikayeden doğdum
karşı'lar ve balkonlardan
korna seslerine karışıp
geliyorum.
sana söz yakışır,ağzını hazırla.
o eski hikaye bitti
şaşkınlığımdan doğdum
denize düştüm
kuruyup geliyorum.
[Birhan keskin]
-
"ayrılığa başkaldırı"
atların kırıldıysa bacakları
bize oturacak tek sofra kalmadı demektir.
ağzını ağzıma sokma sabah sabah
iç içe girmiş iki ağız bu sokakta
yanlış bir adrestir.
gözlerini bağla, gecenin kemendini getirdim
ikimiz, iki komşu dal gibi ormanda, iki yapışık boyun
iki şah damarı gibi yakında,
vaktiyle bizi seven herkes gitti, dünya gemimiz ve biz
unuttun mu,
önce aslanlar kaçıyor bir orman yandığında...
annem komünistti, babam faşist
içten böldü bizi dünya, her kahvaltı önümde bir topal sehpa
didiştim kuşlarla kapımda yelkovan, tik tak
vurup durdu ölüm; o türk filmi karşımda.
unutma,
veremli kız değil, yalnız kalan erkek ölür
kamera arkasında.
bilirim, ayrılık aşkın annesidir, koşarak gider sıkışınca
ayrılığı emzirenler kazanıyor belki, belki iki kaygan organ
hayasızca içlenince, belki her otobüste başka gözlere akınca
kuralsızlığı oynamak belki aşk belki adı herkesin ağzında yosma
evet ama,
aşkın yıpranmış kadınlığını kullanabiliriz hiç olmazsa ağlarken
ve sırılsıklam uyanınca sabaha.
bütün ölü şairler rakı sofrası kuruyor göğsümde
susunca kızıyorsun oysa konuşunca anason kokuyor dilim
buna da öfkelisin, öfkesiz içebilirsin rakıyı ya da şehrin meydanında
ağzını dayayabilirsin boğazıma,
ah! kurşunu gelmiş revolverim
ne çok istiyorum boşalmanı ağzıma.
kırıldı mı atların bacakları, cevapla
susarsan saatin kösteği kopmuş demektir.
şah damarlarımızı çözmeye çalışma,
şah damarlarıma akan elin bu yatakta
yanlış bir abdesttir.
[kaan koç]
-
Kim ısıtır, kim sever beni daha?
Sıcak eller uzatın bana!
Yürek mangalları uzatın bana!
Vurulup düşürülmüş çırpına çırpına,
can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan,
sarsılmışım, ah! Bilinmeyen ateşlerle yana yana,
sen peşimdesin, ey Düşünce!
Adlandırılamaz! Açıklanamaz! İğrenç!
Sen, ey bulutların ardındaki avcı!
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle,
sen alaycı göz, dikmişin gözünü bana karanlıklardan!
Yatıyorum öyle,
kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle
bütün sonsuz ezaların,
vurdun beni
sen ey zalim avcı,
sen ey tanınmaz - T a n r ı...
vur, daha derine vur!
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence
körelmiş oklarla?
Neye göz koydun böyle,
usanmadın mı bu insan işkencesinden,
acı vermekten haz duyan Tanrı şimşeği gözlerle?
Öldürmek değil istediğin,
yalnızca eziyet, eziyet etmek mi?
Bana - niye eziyet ediyorsun,
sen, ey acı vermekten haz duyan tanınmaz Tanrı?
Ha ha!
Usul usul sokuluyorsun
böylesi gece yarısında? ...
Ne istiyorsun?
Konuş!
Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni,
Ha! Çok yaklaştın yanıma!
Soluğumu duyuyorsun,
yüreğimi dinliyorsun,
kıskanç seni!
- neden kıskanıyorsun beni?
Git! Defol!
O merdiven de niye?
İçeri mi girmek istiyorsun,
yüreğime tırmanmak,
en mahrem
düşüncelerime tırmanmak?
Utanmaz! Tanınmaz! Hırsız!
Ne çalmak istiyorsun?
Ne gözetlemek istiyorsun?
Ne işkencesi etmek istiyorsun?
Sen ey işkenceci!
sen - Cellat - Tanrı!
Yoksa köpek gibi,
taklalar mı ataydım karşında?
teslim mi olaydım, kendimden geçerek
sevginle - sırnaşarak?
Boşuna!
Sürdür batırmanı!
Zalim diken!
köpek değilim - avınım yalnızca senin,
zalim avcı!
en gururlu esirinim,
en ey bulutların ardındaki haydut...
Konuş artık!
Ey şimşeklerin ardına gizlenen! Tanınmaz! konuş!
Ne istiyorsun, ey Eşkiya... b e n d e n?
Nasıl?
Fidye mi?
Ne istiyorsun fidye diye?
Çok iste - böylesi yaraşır gururuma!
ve az konuş - böylesi yaraşır öteki gururuma!
Ha ha!
Beni - istiyorsun ha? beni?
herşeyimle beni? ...
Ha ha!
Ve işkence ediyorsun bana, delisin ya işte,
gururumu kırıyorsun işkencenle?
S e v g i ver bana - kim ısıtır ki beni daha?
kim sever ki beni daha?
sıcak eller uzat bana,
yürek mangalları uzat bana,
bana, yalnızların en yalnızına,
buzunu ver ah! yedi kat donmuş buz,
düşmanları bile
düşmanları özlemeyi öğreten,
ver, evet, teslim et,
ey zalim düşman
bana - k e n d i n i!
Kaçıyor!
Bu kez o kaçıyor,
tek yoldaşım,
en büyük düşmanım, tanınmazım benim,
Cellat-Tanrım benim! ...
Hayır!
gel geri!
bütün işkencelerinle birlikte geri gel!
Bütün gözyaşlarım
sana akıyor,
yüreğimin son alevi
seni aydınlatıyor.
Gel, geri gel,
tanınmaz Tanrım! A c ı m benim!
son mutluluğum benim! ..
Adriane'nin Yakınması - Nietzsche
-
Yok olmaya yolcuyum sanki
Bilmedigim, tanimadigim bu yerde
bir kelimelik dudak kipirdayisi bu yasam
Istemeden dünyaya geldigim,
Yasadikca hem sevdigim
Hem de lanet ettigim, yasam...
Yok olmaya yolcuyum sanki
bu dört duvar arasinda,
Yedigim ekmegin asil zarafeti bu yasam
Tat almaya calistigim,
Günümü eglenceli yapabilmek icin cabaladigim,
Ama bir sonuc alamadigim, yasam...
Kimi vakit
Yasamayi seviyorum dedigim
kimi de lanet ettigim,
Hem eglenceli yapmaya calistigim
ama sonuc alamadigim,
Bu hayatta, kendi bilinmeyenim icinde
Kadere boyun egmemle birlikte
yok olmaya yolcuyum sanki
Bilmedigim, tanimadigim ama yasadigim bu yerde...
-
Sebep yok....Sebep olabilmesi için bir sebep de yok....
İçimde garip bir huzursuzluk, karamsarlık ve aklımda Ucuz kelimelerin sıra oluşturduğu bir yığın söz......
Alıp başını gitmek çözüm mü....???Ya da kalmak daha mı makbul....??
**
İnce çizgi derler ya hani hep, böyle ne tarafa geçeceğini bilemezsin,boşlukta hissedersin kendini; işte öyleyim bu sıralar....
Yorulduğumu hissediyorum bedenen ama bir şeyler yapmam gerektiğini söylüyor yüreğim...
Günün tamamında uyumak veya hiç kıpırdamadan öylece durmak...(!)
Şarkılar da hüzünlendirmiyor artık beni...
Kendime masal anlatıyorum şimdilerde:
-
Gitmek cesaret ister ufaklık
Gidecegin yer neresi olursa olsun
Sevdiklerinle arana mesefe girince
Varış yerinin hiç bir anlamı kalmaz.
Vedalaşmakta zor iştir biliyo musun ?
Oturursun geminin kıçına.
Bakarsın sevdiklerine gittikçe ufalırlar ufalırlar kaybolurlar
O zaman anlarsın işte
Vedaşalmak asıl kalana değil gidene koyar.
100 defa söyledim sana hüzünlü değilim, mizacım böyle.
Bak şarabımla beraberim.
Çocukluğumdan beri hayaller kuruyorum
Şarabımdan Ayrılmadan hemde.
Ben şarabımdan Ayrılmıyorum.
O da bana bunca gidene rağmen hala hayal kurdurtmaya devam ediyor.
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa?
Hayallerimizi satmadık ya ?..