PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Gençlik ve Şiddet



g1z4y
29-07-2009, 12:47 AM
Hazırlayanlar: Doç. Dr. Erol Göka, Ankara Numune Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi
Uz. Dr. M. Hakan Türkçapar,SSK Ankara Hastanesi

GENÇLİK BAŞIMDA DUMAN
İnsanlık tarihi boyunca şiddet, insanlığın gündeminden hiç eksik olmamıştır. Kimi zaman problemlerin çözümü için şiddetten bir vasıta olarak yararlanma yoluna gidilirken, kimi zaman da toplumdan şiddeti söküp atmanın çareleri üzerinde durulmuştur. Türk toplumu da, diğer tüm toplumlar gibi kendisini bazı tarihsel durum ve koşulların sonucunda, şiddet problemlerinin içinde bulmuş ve bu problemleri çözebilmek için çareler aramıştır. Örneğin 1970-1980 yılları, toplumumuzun böyle bir şiddet karabasanına gömüldüğü ama bir biçimde bundan sıyrılmasını bildiği yıllar olarak toplumsal hafızamıza kaydedilmiştir.

1970-1980 yılları arasında yaşanan ve kendini daha çok siyasi biçimlerde ifade eden şiddet, toplumun tüm kesimlerinde belirgin bir etki yapmış ama özellikle bir gençlik problemi olarak ortaya çıkmıştı. Bu dönemde bir gençlik problemi olarak siyasi şiddet, ülkemizin çözmek zorunda olduğu problemler içinde, tartışmasız bir biçimde birinci sıraya yerleşmiş; başta yüksek ve orta öğrenim görenler olmak üzere, birçok gencimiz menfur olaylarda yaşamlarını yitirmişler veya çeşitli bedensel, ruhsal, toplumsal sorunlarla başetmek durumunda kalmışlardı. 1970-1980 dönemi, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin, bazı durum ve koşullar bir araya geldiğinde, hangi noktalara varabileceğinin çok tipik bir örneğini göstermektedir. Üstelik bu hal, yalnızca bizim ülkemize mahsus değildir. Hangi ülkenin tarihine bakarsak bakalım, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin bazan çok ileri safhalara vardığını ve hatta 1968'li yıllarda olduğu gibi, dünya çapında bir boyuta ulaştığını gözlemleyebiliriz.

1994-1995 öğrenim yılının özellikle ikinci yarısında, başta İstanbul metropol kentimizin liselerinde olmak üzere, orta öğrenim gençliğimizin şiddetle ilgili yeni tipte bir problemle karşı karşıya olduğuna dair, kamuoyumuzda haklı bir telaş ve kaygı ortaya çıkmıştır. Bu olayların nedenleri tam olarak anlaşılamamış, fatura "kredili sistem"e kesilmiştir. 1996-1997 öğrenim yılının başlangıcından itibaren bu kez genç yaş grubunda yaşanan şiddet olayları, yeniden üniversitelere "siyasi şiddet" kılığında girmiştir. Tüm bunlar olup biterken kamuoyu ve yetkililer hep aynı bildik tavrı almakta, somut ve belirgin veriler sunan bilimsel araştırmalar yapılmaksızın, bir an evvel, aceleyle suçlular aranması yoluna gidilmektedir. Her kişi, her toplumsal ve siyasi kesim, kendi tarz ve anlayışına göre, problemin bir yanına el atmakta, ortada bilimsel araştırma bulguları olmadığından, toplumumuzu çok derinden etkileyen bu sorunun nedenleri ve çözüm yolları hakında bir fikir birliği sağlanamamaktadır. Hatta bazıları, gençliğimizden tümüyle umutlarını kesecek kadar ileri ölçülere varan değerlendirmeler yapmaktan çekinmemektedirler.

Biz ise, çözümünde belki bir ışık olur umuduyla, bu çok önemli toplumsal soruna bilimsel olarak yaklaşmayı deneyeceğiz. Öncelikle şiddet ve saldırganlık üzerinde durmalıyız.

Genel olarak şiddet ve saldırganlık
Tüm soyut kavramlar gibi saldırganlık ve şiddet kavramlarının da tanımlanması, hem zor hem de çok kolaydır. Zorluk ve kolaylık, bu kavramların sınırlarının kolaylıkla genişletilerek, içeriklerinin bulanıklaştırılabilmesinden gelmektedir. Kavramlar konusunda özensiz bir tutum, işimizi zorlaştırmakla kalmayıp bir kavram kargaşasına yol açarak şiddeti, nedenlerini ve sonuçlarını net bir şekilde ele almamıza da engel olabilir. Bu nedenle biz, saldırganlık ve şiddet derken bu kavramların bilinen ve çoğu bilimci tarafından paylaşılan tanımlarını kullanacağız. Buna göre saldırganlık, "başka bir insana zarar vermeye, acı çektirmeye veya yaralamaya yönelik herhangi bir tür davranışa verilen ad"dır. Şiddet de benzer anlamda kullanılan bir kavram olarak "güç kullanmak, baskı uygulamak, başka insanlara zarar vermeye ve yaralamaya dönük hareketler" anlamına gelmektedir.

Şiddet, sadece birey ölçeğinde ele alındığında, bireyin artmış saldırganlık dürtüleri ile içsel kontrol düzenekleri arasındaki denge bozulduğunda gündeme gelir. Bireyin saldırgan eğilimleri ve şiddet fantazileri olabilir, fakat bunlar kişi kontrolünü yitirmedikçe eyleme dönüşmezler; böylelikle bir şiddet problemi ortaya çıkmamış olur. Organik veya sinirsel bozukluklar ile çevresel ortamdan gelen uyaranlar, saldırganlığı ortaya çıkaran dürtüleri şiddetlendirirken, beyindeki kimi kimyasal bozukluklar ve kişinin ruhsal dünyasının kolayca kırılabilme özelliği göstermesi, kontrol sistemini zayıflatır.

Birçok araştırmacı, şiddet eylemlerini biçimleyen güçleri anlamaya ve bu yolla kimin şiddet gösterebileceğini öngörmeye çalışmışlardır. Şiddeti öngörmekte kullanılan ve bu araştırmalarda elde edilen tek tek bireylere ait bulguların en bilinenleri şunlardır:

1) Yüksek düzeyde zarar verme niyeti,

2) Kurbanın varlığı,

3) Sık ve açık tehditlerde bulunma,

4) Somut plan yapma,

5) Şiddet araçlarına kolaylıkla ulaşabilme imkanı,

6) Kontrolü yitirmeye dair önceki yaşamından sağlanan bilgi,

7) Devamlı öfke, düşmanlık veya küskünlük duyguları,

8) Şiddeti seyretmekten hoşlanma,

9) Merhametsizlik,

10) Kendisini kurban olarak görme,

11) Otoriteye küsme,

12) Çocuklukta kötü muamele ve yoksunluk,

13) Evde sıcaklık şefkat ve ilgi azlığı,

14) Erken anababa kaybı,

15) Çocuklukta yangın çıkarma, yatak ıslatma ve hayvanlara zalim davranma,

16) Daha önceden şiddet eylemlerinde bulunmuş olma,

17) Dikkatsiz ve tedbirsiz araba kullanma...

Şiddet davranışının sıklığı ve özellikleri
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan istatistiklere göre 1992 yılında 1,932,274 adet şiddete yönelik suç işlenmiştir. Bunlardan 109,062'si tecavüz, 23,760'ı cinayettir. Şiddet suçları metropol bölgelerde kırlık kesimlere göre daha fazladır.

Cinayetler en fazla birbirini tanıyan insanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Cinayetlerin %50 den fazlası ateşli silahlarla yapılmıştır. ABD'nde cinayet, 15-24 yaş arasında en sık ikinci ölüm nedenidir. Zencilerde bu oran iki kat daha fazladır. Cinayet oranı İngiltere, İsveç, Japonya ve Kanada gibi silah taşımanın daha sıkı kurallara bağlı olduğu ülkelerde daha düşüktür. Cinayet, düşük sosyoekonomik grupta daha yaygındır ve daha çok erkekler tarafından gerçekleştirilir. ABD'nde lise öğrencileri arasında yapılan bir araştırmada erkeklerin %28'i , kız öğrencilerin ise %7'si bir önceki ay içinde fiziksel bir kavgaya karıştıklarını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan gençlerin %35' i, yaşamları boyunca en az birkez tıbbi yardım gerektirecek denli yaralandıkları fiziksel bir kavga yaptıklarını belirtmişlerdir.

Zeka gerilikleri, ağır ruhsal bozukluklar (şizofreni, manik atak, paranoid bozukluklar), antisosyal ve sınır (borderline) kişilik bozukluğu gibi kimi ruhsal rahatsızlıklarda ve kişilik bozukluklarında şiddet ve saldırganlık eğilimi bir hastalık belirtisi olarak karşımıza çıkabilmektedir. Herhangi bir ruhsal rahatsızlığı olsun veya olmasın saldırganlık gösteren bireyler, bunu genellikle bildikleri insanlar, çoğu kez de aile üyeleri üzerinde gerçekleştirirler. Bu durum, saldırganlığın belirsiz bir yönelim göstermediğine işaret etmektedir. Ancak bu genellemenin tek ve konumuz açısından önemli istisnası genç erkeklerdir. Gençlik döneminde yeralan erkekler, çoğunlukla tanımadıkları veya rastlantı sonucu karşılaştıkları insanlara karşı da saldırganlık sergileyebilmektedirler.

g1z4y
29-07-2009, 12:49 AM
Saldırganlığın nedenleri
"İnsan neden saldırganlık gösterir?" sorusunun cevabı oldukça zordur ve aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı gerektirir. Hayvanlar için saldırganlığın biyolojik ve davranışsal karşılıklarını, eşlik edenlerini bulmak o kadar zor değildir. Ancak insan söz konusu olduğunda, biyolojik yapıyı aşan birçok faktör işin içine girmektedir. İnsan davranışının doğası, son derece karmaşıktır. "Saldırganlık, insanın doğasında olan birşey midir, yoksa yaradılışında olmayıp öğrenilmiş ya da sonradan içinde bulunulan çevrenin etkisiyle mi ortaya çıkmıştır?" Şu anki bilgilerimize göre en uygun cevap, her ikisi de olacaktır.

Saldırgan davranışı belirleyen biyolojik etkenler
1) Artmış fizyolojik uyarılma: Bazı çalışmalar yarışma etkinlikleri, aşırı alıştırma, provakatif filmler seyretme gibi çeşitli kaynaklardan köken alan artmış uyarılmışlık halinin açık saldırganlığı arttırdığını göstermişlerdir.

2) Cinsiyet ve hormonlar: İnsanda ve hemen tüm hayvan türlerinde türün erkek üyeleri kadınlara göre daha saldırgandır. Saldırganlık ve cinsiyetler arasındaki farklılık konusunda yapılan davranışsal gözlemlerde ve araştırmalarda çocukluk döneminde oynanan oyunlardaki şiddet ögesi açısından erkek çocukların daha çok bu tür oyunları tercih ettikleri bulunmuştur. Yetişkin insanlarda yapılan çalışmalarda şiddet suçları ile ilgili istatistikler göz önüne alındığında erkeklerin kadınlara göre daha saldırgan davranışlar gösterdikleri saptanmıştır. Bu farklılıklardan herhangi bir anda kesin olarak sorumlu tutulabilecek belli bir madde izole edilememiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan birçok çalışmada ve gözlemde, androjen (erkeklik hormonları) düzeyi ile saldırganlık arasında bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır. Cinsiyet hormonlarının etkisi, özellikle bebek gelişiminin anne karnındaki dönemlerinde daha yoğun olmaktadır. Hayvanlarda bu hormonun daha ana rahmindeyken beynin cinselliğe göre şekillenen alanları üzerine etki ederek saldırgan davranış dağarcığının oluştuğu gösterilmiştir. Diğer yandan kadınlık hormonları örneğin östrojenler, birçok türde kavgacılık davranışını baskılamaktadırlar. Cinsiyet hormonlarının insanlarda saldırganlık davranışı üzerine etkilerini saptamak ise, daha karmaşık ve zordur. Bu konuda hormon uygulayarak deney yapmak ahlaki olmadığından ancak doğal gözlemlere dayanılarak (örneğin anneleri gebelikte yanlışlıkla hormon ilacı kullananlar, veya doğumsal bozukluklar nedeniyle herhangi bir hormona aşırı maruz kalmış bebekler ya da normalde olması gereken kimi hormonların yokluğu nedeniyle o tip hormona hiç maruz kalmamış bebekler gibi) bazı sonuçlar çıkarılabilir. Örneğin insanlarda yapılan çalışmalarda androjene duyarsızlıkla giden kimi hastalık durumlarında saldırganlığın azaldığı; buna karşın adrenogenital sendromlu kız çocuklarında (annedeki androjenlerin yüksek seviyede olup bebeği etkilemesiyle çıkan doğumsal hastalık) saldırganlıkla ilgili oyunların arttığı bulunmuştur. Buna göre, anne karnındayken aşırı dozda erkeklik hormonuna maruz kalmış bebeklerde erkeksi davranışlar, artmış saldırganlık, erkeklerin oynadığı oyunları tercih etme gibi durumlar görülmektedir. Kadınlık hormonlarının etkisi daha tartışmalıdır. Bu hormonlarla da kadınsı davranışlar ve azalmış saldırganlık izlendiğini söyleyen yayınlar mevcuttur. Ancak bu hormonal etkilerin ortaya çıkışı için maruz kalınma dönemi ve miktarı önem taşımaktadır. Aynı cinsiyet içinde de bazı bireylerin diğerlerişne göre daha saldırgan olmasını hormonal etkilerle açıklamaya yönelik çalışmalar vardır. Hayvanlarda birçok türde erkeklik hormonuyla saldırganlık arasında pozitif bir ilişki gösterilmiştir. İnsanlarda yapılan bazı çalışmalarda düşük kan kortizol düzeyi ile alışkanlık haline gelmiş şiddet arasında bağlantı olduğu gösterilmiştir.

3) Cinsel uyarılma: Genellikle cinsellik ve cinsel dürtülerle saldırganlık ayrı ayrı konularmış gibi düşünülse de hayvanlarda ve insanlarda yapılan çalışmalar iki dürtünün birbiriyle ilgili olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda ilk kanıt, yukarıda belirtildiği gibi, hem saldırganlığın hem de cinselliğin en azından erkeklerde erkeklik hormonları (androjenler) tarafından etkilenmesidir.

Hormonal etkiler dışında hangi nedenli olursa olsun cinsel uyarılmayla da saldırganlık arasında bağlantı olabileceğinden söz edilmektedir. Örneğin son yapılan davranışsal araştırmalarda cinsel uyarılmaya yol açan erotik materyalin niteliğine göre bireyin tepkisinin ortaya çıktığını göstermişlerdir. Buna göre kullanılan erotik materyal yumuşak nitelikli ise örneğin çekici çıplak kadın fotoğrafları gibi saldırganlık azalmaktadır. Ama açık cinsellik içeren materyal örneğin cinsel ilişki esnasındaki çiftler gibi, saldırganlığı arttırmaktadır.

4) Ağrı: Fiziksel ağrı, başka insanlara zarar vermeye ve incitmeye güdüleme yoluyla saldırgan dürtüler doğurabilir. Bu dürtü, ağrıya yol açan durumla herhangi bir bağlantısı olmayan herhangi bir hedefte bile ifadesini bulabilir. Bu varsayım kısmen neden saldırganlığa maruz kalan insanların saldırganlık gösterdiklerini de açıklamaktadır.

5) İlaçlar ve diğer maddeler: İlaç, alkol, uyuşturucu ve uyarıcı kullanımıyla saldırganlık arasındaki ilişki ile ilgili şu genel bilgileri verebiliriz: Küçük doz alkol, saldırganlığı azaltırken doz arttıkça saldırganlıkta artar; aerosol ve diğer kimyasal çözücü ve uçucular alkolün etkilerini taklit ederler; kaygıgidericiler (anksiyolitikler) genel olarak saldırganlığı ketlerler, yalnız bazen paradoksik olarak saldırganlık gözlenebilir; opioid bağımlılığına aynen kokain, uyarıcılar ve halüsinojenlere olduğu gibi artmış saldırganlık eşlik eder; esrar değişen dozlarda bazen saldırganlığa yolaçabilir.

6) Nörotransmitterler (sinirler arası iletim maddeleri): Beyindeki sinirsel iletimi sağlayan maddeler olan nörotransmitterlerin saldırganlığında aralarında olduğu birçok davranışa olan etkileri, son yıllarda üzerinde en çok çalışılan konulardandır. Genel olarak yırtıcı saldırganlığın ortaya çıkışında kolinerjik ve katekolaminerjik mekanizmalar işe karışmaktadır; serotonerjik sistemler ve GABA, bu tip davranışı inhibe ediyor görünmektedir. Duygulanımsal saldırganlık, açık bir şekilde katekolaminerjik, dopaminerjik ve serotonerjik sistemler tarafından düzenlenir. Norepinefrin, saldırganlığın ortaya çıkışına ve artmasına yol açmaktadır. Norepinefrinin bir önemli özelliği de duygulanımsal saldırganlığı arttırırken yırtıcı saldırganlığı ketlemektedir. Dopamin, saldırganlığı arttıran bir diğer nörotransmitterdir. Serotonin ise saldırganlığı ketlediği düşünülen bir nörotransmitterdir. Son zamanlarda serotonin saldırganlığa aracılık eden etken olarak epeyce önem kazanmıştır. Azalmış beyin serotonin düzeyi ile kendi kendini yaralama davranışları arasında bir ilişki olduğu da bir diğer araştırma bulgusudur. Şiddet saldırılarında bulunanlarda ve impulsif yangın çıkaranlarda beyin serotonin düzeyinde düşüklük saptanmıştır. Serotoninle ilgili bir diğer varsayım bu maddenin genel saldırganlıkdan çok dürtüsel saldırganlıkla ilgili olduğudur.

7) Beyin anatomisi, nörotransmitterler ve hormonların ilişkisi: Hayvan çalışmalarında saldırganlıkla ilgili psikobiyolojik süreçlerin düzenlenmesinin beyinde yeralan bir bölge olan limbik sistemin rol oynadığı bulunmuştur. Saldırganlığı düzenlemekte limbik sistemin en fazla önem taşıyan bölgelerinin ise hipotalamus, septal alan ve amigdala olduğu düşünülmektedir. Bu alanların uyarılması saldırganlık davranışını arttırırken çıkarılması azaltmaktadır. İnsanlarda yapılan çalışmalarda da benzer bulgular elde edilmiştir. Henüz limbik sistem, nörotransmitterler ve hormonların nasıl bir karşılıklı etkileşim içinde saldırgan davranışı düzenlemekte oldukları, tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Tüm bunların ötesinde bireyin çevresi, kişisel geçmişi ve yaşadığı olaylarla bu biyolojik süreçler arasında karşılıklı ve dinamik bir etkileşim olduğu unutulmamalıdır.

g1z4y
29-07-2009, 12:50 AM
Saldırgan davranışı belirleyen psikolojik etkenler
1) Engellenme: İnsanları şiddete teşvik eden en güçlü şey engellenmedir. John Dollard'ın engellenme-saldırganlık varsayımı, bu ilişkiye dayanır. Bu varsayımın özgün şekline göre, engellenme, daima bir biçimde saldırganlığa yol açar ve aynı şekilde saldırganlık, daima engellenmeden köken alır.

Bununla birlikte engellenmiş insan, her zaman saldırganlığa başvurmaz; küskünlükten, ruhsal çökkünlüğe engellenmeye yol açan durumu ortadan kaldırmaya yönelik davranışlara dek, bir dizi tepki gösterebilir. Her engellenme saldırganlığa yol açmadığı gibi saldırganlığın tamamı da engellenmeden doğmaz. Kimi insanlar örneğin boksörler, futbolcular, birçok nedene ve uyarana bağlı olarak saldırgan davranışlar gösterebilirler. Engellenmenin hangi durumlarda saldırganlığa yol açtığıyla ilgili çalışmalarda engellenmeyi yaratan etkenin bunu belirlediği saptanmıştır. Engellenme yaratan etken, sadece yoğun olduğu zaman saldırganlığa yol açmaktadır. Engellenme hafif veya orta derecede olduğunda ise, saldırganlığı arttırmayabilir. Ayrıca engellenme, hakedilmiş ve doğal olarak görüldüğünde değil de, keyfi veya haksız olarak görüldüğünde saldırganlığı arttırmaktadır.

2) Doğrudan provake edilme: Araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, fiziksel kötüye-kullanım ve alay, insanlarda saldırgan davranışları arttırmaktadır. Birkez saldırganlık ortaya çıktı mı bu öngörülemez bir şekilde artarak sürebilmektedir. Bunun sonucundan hafif sözel dalga geçmeler veya bakışlar bile süreci başlatarak daha şiddetli provake edici davranışlara ve artan şiddet tepkilerine yol açabilmektedirler.

3) Saldırganlık gösteren örneklere maruz kalma: Filmlerde ve televizyon programlarında, radyo, gazete, fotoğraf gibi kitle iletişim araçlarında yeralan şiddet ögelerinin etkileri, toplumun saldırganlık konusunda en fazla duyarlı olduğu alanlardan birisidir. Bu konuda çok çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Televizyondaki şiddetle saldırganlık arasında bağlantı, artık bilinen ve kabul edilen bir saptamadır. Çocukların televizyonda izledikleri şiddet içeren filmler arttıkça akranlarına karşı daha saldırgan oldukları bulunmuştur. İlişkinin şiddeti, izleme zamanı ile orantılı olarak artmaktadır. Görsel olarak şiddete maruz kalmanın en önemli etkisi, çocuklar üzerinedir. Küçük çocuklar şiddet uyguladıklarında kurbanın acı çekmesine aldırmadan yaptıkları şeyi sürdürebilirler diğer yandan büyük çocuklar ve yetişkinler kurbanın çektiği acıdan etkilenerek durabilirler. Yine çeşitli yaşlardaki çocuklarla yapılan bir deneyde şiddet ögesi içeren bir filmin başı gösterildikten sonra çocuklara film için bir final seçmeleri söylendiğinde küçük çocukların saldırgan sonlar, büyük çocukların ise şiddet içermeyen sonlar seçtikleri görülmüştür. Bu da şiddeti algılayış ve değerlendirişin duygusal ve bilişsel olgunlukla ilgili olduğunu düşündürmektedir.

Filmlerdeki ve televizyondaki şiddetin çocukları etkileme şekli ve süreci ile ilgili üç tür mekanizma ve etkiden söz edilmektedir: a) Gözlemsel öğrenme: Bireyler medyada gördükleri şiddet olayları ile daha önce davranış dağarcıklarında olmayan insanlara zarar vermenin ve şiddetin yeni yeni usullerini öğrenerek davranış dağarcıklarına katmaktadırlar. b) Kontrolün kaybolması: Saldırgan davranış ve eylemleri izleyenlerin saldırganlık ve siddete karşı olan engelleyici kontrol mekanizmaları gevşemektedir. c) Duyarsızlaşma: İzleyicilerin saldırgan davranışlar ve onun kurbanlarda yarattığı sonuçlarına karşı olan duygusal tepkileri azalmaktadır. Çünkü şiddet görüntüleri olağanlaşarak ve kanıksanarak, sanki gerçek değillermiş gibi algılanmakta ve zaten görüntüler asla gerçeğin yerini tutmamakta, şiddet medyaya olanca çıplaklığıyla yansıyamamakta, adeta tül bir perde altına alınmaktadır. Sonuç olarak kişi artık bu olaylara duygusal bir tepki gösterse bile bu çok az olmaktadır.

Saldırgan davranışın toplumsal belirleyicileri
Şiddetin ve saldırganlığın, tekil bireysel özelliklerin ötesinde, toplumsal ve siyasi birtakım belirleyicileri olduğu da ileri sürülmketedir. Bu konularda kimi zaman birbirleriyle çelişen birçok teori ortaya atılmakta ve açıklamalar yapılmaktadır. Bunlardan en belli başlı olanlarına kısaca temas edecek olursak, şunları söyleyebiliriz:

Değişik toplumlarda ve toplumların değişik katmanlarında saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının değişen sıklıkta olması toplumsal etkenlerin saldırganlığı etkilediğini düşündürmektedir. Bunu açıklayabilmek çok çeşitli varsayımlar üretilmiştir ancak sorunun tek ve tatmin edici bir cevabı olmadığı açıktır. Toplumsal şiddetin bugüne kadar üzerinde en çok durulan belirleyeni, ekonomik yoksunluk ve toplumsal huzursuluğa verilen tepkilerdir. Araştırmacılar, ilk başta insanlara uygulanan baskı ile toplumun ona verdiği tepkinin belirli oranlarda arttığını, ancak baskı belirli bir yüksek düzeye eriştikten itibaren şiddet tepkisinin azalmaya, ama baskı dayanılmaz bir hale geldiğinde ise, bu kez tam tersine şiddet tepkisinin de baskıyla birlikte artmaya başladığını saptamışlardır. Siyasi şiddet üzerine çalışan bazı araştırmacılar, toplumdaki ayaklanma ve kargaşaya yol açan siyasi şiddeti, daha çok toplumsal ve siyasi alanlarda uzun süreli bir gelişmenin ve ilerlemenin ardından yaşanan kısa bunalım dönemlerine ve bu dönemlerde ihtiyaçların tatmin edilememesine bağlama eğiliminde olmuşlardır.

Landau tarafında ortaya atılan bir varsayıma göre, saldırganlık, toplumsal destek sistemlerinin yetersiz olduğu veya tamamıyla çöktüğü toplumlarda artar. Enflasyon hızı ve evlenme ve boşanma hızları arasındaki oranları toplumsal ve ailevi stresin bir ölçüsü olarak kullanan Landau 1960 ve 1970'li yıllarda çalıştığı 12 ülkeden 11'inde bu toplumsal ve ailevi bozukluk göstergeleriyle şiddet suçu oranları arasında anlamlı bir bağlantı bulmuştur. Bu araştırmada aradaki bağlantının gösterilemediği tek istisnai ülke Japonya olmuştur. Landau, bunu Japonya'da aile dışındada çok güçlü davranışsal kontrol sistemlerinin (örneğin okul, işyeri gibi) olmasıyla açıklamıştır. Japon kültürünün toplumsal normların çiğnenmesinin çok güçlü utanç duyguları doğurmasını da ek bir etken olarak belirlemiştir. Bu nedenle Japonya'da toplumsal ve ailevi işlev bozukluğu ile intiharların bağlantılı olarak yükselmesini de buna bağlamıştır.

Bir grup sosyolog, sanılanın aksine, kimi zaman saldırganlık da içeren çatışmaların, önceden iletişimi olmayan grupların, bir biçimde birbirleriyle iletişim kurmalarına ve sosyalleşmelerine imkan sağlaması üzerinde durmuşlar; çatışmaların grubun bütünleşmesi, yeni değerlerin oluşması, gerilimlerin azaltılması, yeni dengelerin kurulması, toplum içinde sağlam emniyet subaplarının meydana getirilmesi açılarından da ele alınmasını önermişlerdir. Bu sosyologlara göre, şiddetten ziyade, toplum yapısının katılığı, düşmanlıkları biriktirmesi ve çatışma başladığında tek bir bölünme çizgisinde yoğunlaşmasına neden olması yüzünden yapının dengesini daha çok tehdit etmektedir. Daha çok sistem üzerinde duran bazı sosyologlar ise, bir sosyal sistem içinde kişilerin gelir, eğitim, etki, iktidar ve mesleki itibar gibi değişik konumlarda tutarsız ve uyumsuz olmaları halinde, daha fazla şiddete başvuracaklarını, sosyal yaşamın sınırlı ve konum farklılıklarının az olduğu toplumların bu yüzden daha istikrarlı kaldıklarını söylemektedirler.

Bugüne dek yapılan çalışmaların çoğunda şiddet ve saldırganlıkla ilgili eylemleri ve suçları daha çok 15-30 yaş arasında, erkek, fakir, şehirli nüfustan, ülkede etnik veya toplumsal olarak düşük bir gruba mensup bireylerin gerçekleştirdiği bulunmuştur. Bunun toplumlar arasında pek değişmeyen bir bulgu olması, kültürel ve alt-kültürel değerlerin şiddet üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu etkenler bireysel özelliklerle birarada işleyerek etkili olabilmektedir.

Saldırganlıkla ilgili bir diğer önemli toplumsal bulgu, göreceli olarak şiddetten uzak gençlerin kalabalık içinde veya gençlik çetelerinde saldırgan davranışlar sergileyebilmeleridir. İnsanlar ait oldukları topluluktan farklı görünmekten hoşlanmazlar. Daha da ötesi, insan bir gruba katıldığında bireysel özelliklerinden bir miktar uzaklaşmış ve daha insani özelliklerini yitirmiş bir hale gelip davranışları stereotipleşip tanınmaz hale gelebilir. İnsanın kendisinden farklı insanlardan hoşlanmaması ve onlara şüpheyle bakması eğilimi grup şiddetini arttıran önemli bir nedendir. Bu durum, Japonya gibi homojen toplumlarda Amerika gibi hetorojen toplumlara göre şiddetin neden daha az olduğunu açıklar. Yine kalabalık içinde kişi bireyselliğini yitirir, davranışlarından daha az sorumlu hale gelir. Anonimlik yalnız halimize göre saldırganlığımızı daha rahat göstermemizi sağlar.

g1z4y
29-07-2009, 12:51 AM
Saldırganlık davranışında çevresel belirleyiciler
1) Hava kirliliği: Kimyasal ve endüstriyel ürünler tarafından üretilen kötü kokulara maruz kalma, bireylerin uyarılabilirliliklerini arttırarak saldırganlığın ortaya çıkmasına yol açabilir. Ancak bu etkinin bir noktaya kadar geçerli olabileceği kabul edilmelidir. Eğer ortaya çıkan koku gerçekten çok berbatsa, muhtemelen o ortamdan uzaklaşmak birincil mesele haline geldiği için saldırganlığı azaltan bir etki bile gösterebilir.

2) Gürültü: Birkaç çalışmada yüksek ve rahatsız edici derecede gürültüye ve sese maruz kalmış insanların böyle bir durum yaşamayan insanlara göre daha fazla saldırganlık gösterdikleri bulunmuştur.

3) Kalabalık: Bazı çalışmalar, aşırı kalabalığın saldırganlık düzeyini yükseltebileceğini göstermiştir. Kalabalık diğer ortam belirleyenlerinin olumsuz olduğu durumlarda (örneğin engellenme, uyarılma ve sıkıntı hallerinde) saldırganlık patlamaları çıkmasını kolaylaştırmaktadır.

Sonuç
Şiddet ve saldırganlık konusunda buraya kadar anlatılanları toparlayacak olursak, özetle şunları söyleyebiliriz: Şiddet ve saldırganlığın her tarihi dönemde, herkes tarafından kabul edilen bir tanımını yapmak mümkün değildir. Böyle bir tanımlama, ancak üzerinde konuşulan toplumun önem verdiği değerler esas alınarak yapılabilir. Şiddet ve saldırganlık konusunda söylenmiş evrensel bir söz, belirlenmiş evrensel bir bilgi yoktur. Her toplumun kendine özgü şiddet sorunları vardır ve bu sorunlar, o toplumlara özgü normlar tarafından belirlenmektedirler. Bu tanım belirsizliğinin yanısıra, dikkat edilmesi gereken bir nokta da, şiddetin nedenleri ve belirleyicilerinin çok sayıda olmasının yaratmış olduğu sorunlardır. Şiddetin genel olarak birçok nedeni ve belirleyeni olduğu gibi, tek bir kişide, belirli bir zamanda görülen şiddetin bile birçok nedeni ve belirleyeni bulunabilmektedir. Bu durumda yapılması gereken, belli önyargılara saplanıp kalmak, belli çözüm yollarında körü körüne ısrar etmekten ziyade, bu konuda ileri sürülen birçok bilimsel görüşü ve farklı bakışı içerebilecek bir çok yönlülük ile soruna değişik biçimlerde yaklaşabilme esnekliğini gösterebilmektir

Saldırganlık teorileri
İçgüdüsel bir davranış olarak saldırganlık
Freud, teorisinin erken dönemlerinde tüm insan davranışlarının kökeninde Eros veya libidonun yani yaşam enerjisinin olduğunu öne sürmüştü. Ona göre saldırganlık da libidinal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden doğan ikincil bir tepkiydi. Sadece belli durumlarda uygun koşullarda ortaya çıkabilirdi, bu nedenle yaşamın kaçınılmaz bir parçası değildi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın trajik günlerini takiben Freud, bu görüşü terkederek insan saldırganlığının Thanatos adını verdiği libidodadan farklı bir içgüdüden kaynaklandığını öne sürdü. Thanatos -ölüm içgüdüsü- yaşamın tahrib edilmesine ve sona erdirilmesine yönelik olarak insanın içinde bulunan bir enerjidir. Freud'a göre, saldırganlık da dahil olmak üzere, tüm insan davranışları Eros ve Thanatos arasındaki karmaşık ilişkiden ve gerilimden doğmaktadır. Ölüm içgüdüsü eğer kısıtlanamazsa kişinin kendini tahrip etmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle ölüm içgüdüsünü kısıtlayabilmek amacıyla insanlar değişik savunma mekanizmalarına başvurular; bu savunma mekanizmalarıyla örneğin "yer değiştirme" savunmasıyla bu enerji dışarıya aktarılır ve böylece saldırganlık ortaya çıkar. Freud'un bakış açısına göre, saldırganlık birincil olarak kişinin kendisini tahrip etmeye yönelik ölüm içgüdüsünün diğer insanlara yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Saldırganlığın içgüdüsel olarak doğuştan insanda bulunduğunu savunan ünlü etholog Konrad Lorenz'e göre ise saldırganlık, tüm diğer organizmalarda da bulunan kavga etme içgüdüsünden kaynaklanır. Bu içgüdüyle ilgili enerji, değişen oranlarda her insanda üretilmektedir. Saldırganlığın ortaya çıkması, biriken bu enerjiye ve saldırganlık doğurucu uyaranın varlığına ve gücüne bağlıdır. Saldırganlık kaçınılmaz birşeydir ve zaman zaman kendiliğinden boşalabilir.

Erken dönemde kazanılmış bir davranış olarak saldırganlık
İnsanoğlu dünyaya geldiğinde belli bir verili kapasiteye sahiptir. Erken dönemlerden başlayarak bu kapasite yaşantılarla şekillenir. Hayvanlarda erken dönemde içinde bulunan ortamın, çevrenin saldırgan davranışlar kazanılmasında rolü olduğu çeşitli deneylerle gösterilmiştir. İnsanlarda çocuklukta ve bebeklikte kötü muameleye maruz kalmış ve istismar edilmişlerin yetişkin yaşamlarında kendilerinin de benzer davranışlar gösterdikleri bilinmektedir. Gördüğü her tür kötü muamelenin çocuklarda saldırgan davranışları arttırdığı, bunun da dış dünyaya olumsuz bakma ve yaklaşma nedeniyle olduğu sanılmaktadır. Çocuk, dış dünyadan sürekli tehdit beklentisi içinde olmakta, bu da aşırı uyarılabilir bir duruma yol açmaktadır. Bir kez belli bir davranış örüntüsü ve fizyolojik cevap yerleştikten sonra onun artık değişmesi de zorlaşmaktadır.

Özetle erken dönemde karşılaşılan saldırgan davranışların ve kötü muamelenin şu mekanizmalarla bireyi etkileyerek ilerde saldırganlığa eğilimli hale getirdiği düşünülmektedir:

1. Çevre, şiddet gösterek kötü model olmaktadır.
2. Pekiştirme yoluyla saldırgan davranış kazanılmaktadır.
3. Beyinde dürtüselliğe yol açabilecek nöroanatomik hasarlar gelişebilmektedir.
4. Çevrenin tehlikeli olduğuna dair bir inanç doğurarak çocuğun gerçekliği bozuk algılamasına yol açmaktadır.
5. Duyguları sözlerle değil eylemlerle ifade etme alışkanlığı kazanılmaktadır.

g1z4y
29-07-2009, 12:51 AM
Öğrenilmiş bir toplumsal davranış olarak saldırganlık
Saldırganlığın öğrenilebilir bir davranış olduğu öteden beri kabul edilen bir konudur. Hayvanlarda model oyunlarla saldırganlığın geliştirilebildiğini gösteren deneyler vardır. Bu bakış açısına göre saldırganlık da diğer toplumsal davranışlar gibi öğrenilmiş yani sonradan kazanılmış bir tutumdur. Albert Bandura'ya göre, insan saldırganlığının kökeninde, ne şiddete yönelik içsel istek ne de engellenmeye bağlı olarak doğan saldırganlık dürtüsü bulunmaktadır. İnsanların birbirlerine karşı saldırgan tutumlar göstermelerinin nedeni:1) Geçmiş deneyimleri sonucunda saldırgan davranışlar kazanmaları, 2) bu türden tepkileri nedeniyle takdir görmeleri veya ödüllendirilmeleri, 3) özel toplumsal ve çevresel şartlar tarafından doğrudan teşvik edilmeleridir. İçgüdü ve dürtü teorilerinin tersine, toplumsal öğrenme teorisi, saldırganlığa yol açan bir veya birkaç potansiyel neden olmadığını, çok çeşitli nedenlerle saldırganlığın ortaya çıkabileceğini savunur; saldırganlık davranışının altında kişinin geçmiş yaşantıları ve öğrenmelerinden birçok dışsal ve durumsal etkene uzanan geniş bir spektrumda yer alan nedenlerin yattığını öne sürer.

Bu konudaki ilginç bir bulgu, saldırganlığın ebeveyn tarafından çok şiddetli bir şekilde cezalandırıldığı durumlarda çocuklarda bu davranışı sürdürmeye eğilim oluşmasıdır. Diğer yandan olumlu davranışlarla ilgili pekiştireç verilmesi ve saldırgan davranışlara fazla dikkat yöneltilmemesi saldırgan davranışları azaltmaktadır.

Nöroanatomik bir hasar olarak saldırganlık
Sayıları giderek artan şekilde birçok araştırmacı, devamlı şekilde saldırgan davranışlar sergileyen bir grup insanda bunun nedeninin bireyin sinir sistemindeki hasar olduğunu savunmaktadır. Bu tez, saldırganlığın öğrenilmiş bir davranış olduğu görüşüyle de birleştirilerek şöyle bir açıklama getirilmektedir: Şiddetli fiziksel istismara maruz kalmış insanlarda buna bağlı olarak sinirsel bir harabiyet oluşur. Bu sinirsel harabiyet de bu kişilerin biyolojik olarak şiddete yatkın olmasına yolaçar. D. Lewis 1986 yılında cinayet nedeniyle cezaevinde yatan bir grupta yaptığı çalışmada, çalışmaya alınanların tamamında sıklıkla şiddet uygulayan anababanın neden olduğu kafa travması öyküsü saptamışlardır. Çalışmanın sonucunda bu grubun hükümlü topluluğu içinde en sık sinirsel harabiyet taşıyan grup olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Kafa travması ve şiddet ilişkisini araştıran bilim adamları fiziksel istismar, kafa travması ve şiddete yönelik davranışlar arasındaki bağlantının kesin olmadığını belirtmekle birlikte, birçok çalışmada erken fiziksel istismarla sonraki yaşamda saldırgan davranışlar ortaya çıkması arasında bir bağlantı saptanmıştır.

Şiddet konusunda bugünkü bilimsel bilgileri bu şekilde özetledikten sonra, gençlerde görülen şiddet konusuna eğilebilmemiz için artık gençlik döneminin bellibaşlı özelliklerine bir göz atabiliriz.

Genel Olarak Gençlik Dönemi
Gençlik, insan yaşamının çocukluk ve yetişkinlik arasında kalan kısmıdır. Bu dönem, öteden beri insan yaşamının en ilgi çekici dönemi olmuştur. Başlangıcı ve bitişi her bireye göre değişen bu dönemde önemli fiziksel, ruhsal ve toplumsal değişiklikler gerçekleşir. Bu dönemin kendine özgü önemli kimi özelliklerini ele almamız gençliğin gösterdiği kimi ortak tepkileri ve tutumları anlamamız için gereklidir.

Gençlik döneminin en önemli özelliğinin hızlı bir değişim ve büyüme olduğu konusunda bir fikir birliği bulunmaktadır. Bu büyüme ve değişme, cinsiyetler ve bunun da ötesinde bireyler arasında büyük farklar gösterir. Yani kızlar ve erkekler arasında büyük farklılıklar olduğu gibi aynı kronolojik yaşta ve aynı cinsiyetteki gençler arasında da bilişsel, bedensel, duygusal ve toplumsal kapasite aşısından büyük farklılıklar olabilir. Hızlı değişimin getirdiği bu farklılıklar ve heterojenite, gençlik dönemini değerlendirirken mutlaka dikkate alınmak zorundadıır.

Gençlik dönemindeki değişikliklerin sonucunda genç insan, toplumun ondan beklediği kimi özellikleri kazanır. Toplumsal alanda beklenen değişiklikler, kültürlere göre farklılaşsa da fiziksel ve cinsel olgunlaşmayı sağlayan değişiklikler evrenseldir. Aslında özenle bakıldığında kültürler arasındaki farklılıklara rağmen, gençlik döneminde toplumsal alanda beklenen değişikliklerin de kimi ortak nitelikler taşıdıkları görülecektir. Hangi kültürde yaşıyor olursa olsun, genç insan, bir biçimde anababasından bağımsızlaşabilmeli, cinsel olgunlaşmasına uyum sağlamalı, yetişkinlerle ve yaşıtlarıyla düzgün ilişkiler kurabilmeli, bir iş için-meslek için kendini hazırlamaya başlamalı, bir hayat felsefesi geliştirmeli ve yaşamına yön veren değerleri olmalıdır.

Gençlik döneminin başlıca özelliklerini şöylece sıralayabiliriz:

1) Fiziksel büyüme: Gençlik dönemi fiziksel gelişmenin ve değişmenin dorukta olduğu bir dönemdir. Fiziksel büyümeye ilaveten ikincil cinsel karakterlerin kazanılması da bu dönemde olur.

2) Cinsel olgunlaşma ve ikincil cinsel özelliklerin kazanılması: Hormonal değişiklikler her iki cinsde farklı kas ve iskelet gelişimine, yağ dokusu dağılımına ve ikincil cinsel değişikliklere yol açar. Bu dönemde cinsel olgunlaşmaya bağlı olarak gerçekleşen fiziksel değişikliklere gencin uyum yapabilmesi gerekir. Hem erkekler hem de kızlar için cinsel ilgiyi kişiliğin diğer yönleriyle bütünleştirmek halledilmesi gereken önemli bir meseledir. Kültürel özellikler, cinselliğin ifade tarzı üzerinde son derece etkilidir.

3) Dürtülerde Artış: Gençlik döneminin başlamasıyla birlikte cinsel ve saldırgan dürtülerde ani bir artış olur. Gençlik döneminde cinsel ilgi, erkeklerde daha fazla olmak üzere artar. Ancak kızlar ve erkekler arasındaki bu farklılık, Batılı ülkelerde yapılan araştırmaların bulgularına göre günümüzde giderek azalmaktadır. Başlangıçta sadece cinsel enerjinin boşalmasına ve genital doyuma yönelik olan cinsel dürtülerin zamanla yakın ilişkilerin ve sevginin bir parçası haline gelmesi beklenir. Genç insanda arttığı gözlenen bir diğer önemli dürtü saldırganlıktır. Gencin bu artan saldırganlık itkilerini kabul etmesi ve bunlarla başa çıkabilmesi gereklidir. Gençlik döneminin en önemli konularından birisi, bu artan saldırganlık enerjisinin verimli ve yapıcı alanlara aktarılabilmesidir. Eğer bu gerçekleştirilebilirse saldırganlık enerjisi, atılganlık, sebat, isteklilik ve sağlıklı rekabetçilik şeklinde dönüşüme uğrayabilir.

4) Eyleme Dönüklük: Gençlik döneminde artan saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin olası bir kötü sonucu, bu dürtülerin yarattığı gerilimin davranışlar-eylemler yoluyla giderilmesidir. Bu ise ancak geçici bir rahatlama sağlar. Çatışmaların ve sıkıntının sözel yolla değil davranışlarla ifadesi, gençlik döneminde görülen impulsif-denetimsiz, dürtüsel davranışların nedenidir. Örneğin ayrılmayla ilgili sıkıntılar ve çatışmalar kaçma davranışıyla, cinsel konulardaki kaygılar uygunsuz ve aşırı cinsel uğraşıyla, saldırganlıkla ilgili dürtüler davranış bozuklukları ve antisosyal davranışlarla kendilerini gösterirler.

5) Gelişimsel Görevler: Anababadan ayrılmak; otonom, bağımsız ve ayrı bir kimlik edinmek; diğer insanlarla olgun ve yakın ilişkiler kurabilmek bu dönemde gerçekleştirilmesi gereken durumlardır. İlişkilerin odağı, gençlik döneminde aileden ve anababadan arkadaş ve akran gruplarına doğru kayar. Yardımlaşmaya dayanan, karşılıklı ve destekleyici akran ilşkileri kurulur. Akran ve arkadaş grubunun değerleri ve kuralları, öncelik kazanır ve onlardan gelen baskılar ve yönlendirmeler öne geçer. Arkadaş grubundan gelen yönelendirmeler, olumlu ve toplumsallaşmayı arttırıcı yönde olabileceği gibi olumsuz ve antisosyal davranışları arttırma yönünde de olabilirler.

6) Bilişsel Gelişim: Gençlik dönemde somut işlemsel düşünmeden soyut işlemsel düşünme dönemine geçilir. Ancak bu geçişi gençlerin tamamı yapamaz ve bir kısmı somut işlemsel dönemde kalabilir. Genç insan, soyut çıkarsamalar yapabilme yeteneğini kazanmakla birlikte sadece gözlemlediği olayların sınırlılığından kurtulur, varsayımsal durumları da hesaba katmaya başlar. Yaratıcılık artar, din, ahlaki ve felsefi konular üzerine düşünceler geliştirilir. Bu dönemin kişisel gelişim açısından en önemli yanı kimliğin kazanılmasıdır.

Bilişsel gelişimin iki farklı yanı olan kimlik oluşumunu ve ahlaki gelişimi önemlerinden ötürü ayrıca ele almak daha uygun olacaktır. Çünkü konumuz olan gençlerde şiddete, özellikle "siyasi şiddet"e kaynaklık ettiği düşünülen politik ve dini fikirlerin gelişimi, bu bilişsel temeller üzerinde ortaya çıkmaktadır.

g1z4y
29-07-2009, 12:52 AM
Gençlik dönemi ve kimlik oluşumu
Gençlik döneminin en önemli psikososyal yanı, kimliğin kazanılmasıdır. Gencin bu dönemde sağlam bir kimlik duygusu geliştirebilmesi gerekir. Kimliğin en kısa tanımı "kişinin kim olduğunun ve nereye gittiğinin farkında olması"dır. Yani genç insanın "ben kimim?" sorusuna verebilecek cevabı bulunmasıdır. Kimlik, özdeşimlerin bittiği yerde başlar. Çocuk, ruhsal gelişimi sırasında çeşitli özdeşimler kurar. Yani çevresindeki yetişkin insanları, dar anlamıyla da ana-babayı model alır, onların davranışlarını taklit eder içine sindirerek kendi özellikleri haline getirir. Çocukluktaki bu özdeşimlerin birbiriyle bütünleştirilmesi ve gençlik dönemindeki arkadaş gruplarının değerlerinin alınmasıyla kimlik oluşur. Yani kimlik, çocuklukta çevredeki kişilerden kazanılan özelliklerin bütünleşerek benliğe yerleşmesiyle oluşur. Kimlik duygusu ise bu bütünleşmenin yaşanması ve buna bağlı güven duygusudur. Kimlik duygusu sağlam bir bireyin "ben neyim?", "kimim?" soruları karşısında duraksamadan vereceği cevapları vardır. Bunun rahatlıkla yapılabilmesi için kişinin kendi bireysel benliğine yerleşmiş olan süreklilik ve aynılık duygusuna gereksinim duyulur. Kimlik duygusu güçlü olan bireyler, kendilerini diğer insanlardan ayrı bir kimse olarak ayırabilirler. Zaman içinde kendileri ile ilgili devamlılık, tamlık ve bütünlük hissine sahip olurlar. Kimliğin gelişimi için toplumsal ortam, çevre önem taşır; yani kişinin kendisini nasıl gördüğü diğer insanların onu nasıl gördüğü ile bağlantılıdır. Gençlik döneminde kişi, yaşamının önceki dönemlerinde yaptığı özdeşimleri birleştirerek tek ve bir kimliğe dönüştürebilmelidir. Bu da gençlik döneminde ulaşılan bilişsel kapasiteyle başarılabilecek bir durumdur.

Kimlik oluşumunda aile ile olan ilişkiler de büyük önem taşır. Kimliği ile ilgili tam bir netliğe ulaşamamış kimlik araştırması içinde olan gençler, aileye daha bağımlı olan, bağımsızlığın ve atılganlığın hoş görülmediği ailelerden çıkan gençlerdir. Kimlik gelişimi, çeşitli biçimlerde yolla duraklar veya bozulabilir. Kimlik duygusu oluşmamış kimselerin yaşamla ilgili seçimleri amaçları sağlıksız seyredecek; sonuçta ortaya çıkan durum ise kimlik karmaşası olacaktır. Kimlik krizi ise, kişisel aynılık ve tarihsel süreklilik duygusunun yitimi, toplum tarafından kişiden beklenilen rolü kabullenememe veya yerine getirememe durumudur. Bunun sonucunda toplumsal yalıtılma ve geriye çekilme, aşırılıklar, isyankarlık veya her şeyi reddetme gibi tutumlar ortaya çıkarlar.

Güçlü bir kimlik duygusuna sahip olan insanlar, daha otonom, yaratıcı, çevrenin uyum için yapacağı baskılara direnebilen, yakınlık kurabilme kapasitesine sahip kimselerdir.

Kimliğin önemli bir bileşeni de cinsel kimliktir. Cinsel kimlik, bedensel biyolojik cinsel yapısının farkında olmak ve buna göre kendisini kadın veya erkek kabul etmekle kazanılır. Gençlik döneminde toplum, genç insandan açık bir şekilde tanımlanmış bir cinsel kimlik kazanmasını bekler ve ona bunun için bir imkan sunar. Gençlik dönemindeki bu gelişme cinsiyet yoğunlaşması olarak adlandırılır. İlk gençlik döneminde gerçekleşen bedensel değişiklikleri izleyerek erkeksi veya kadınsı görünüşün daha belirginleşmesine erkeksi ve kadınsı toplumsal rollerin alınması eşlik eder. Sağlıklı bir şekilde cinsel kimliğin kazanılması halinde genç insan, erkek veya kadın olmak durumuyla ilgili kendisini rahat hissetmelidir. Ancak özellikle bu dönemde gençlerde beden imgesi ile cinsel kimliğin uyumu konusunda -örneğin yeterince erkek görünümlü veya yeterince kadın görünümlü olunup olunmadığıyla ilgili- kaygı çıkabilir.

Ahlaki Gelişim
İnsan yaşamının hiçbir döneminde ahlaki değerler, gençlik döneminde olduğu kadar önem taşımazlar. Birçok insan için sınırları belirlenmiş net bir ahlak duygusunun gelişimi gençlik döneminde tamamlanır. Ahlakı "içinde bulunulan çevre ve toplum tarafından paylaşılan kurallar, haklar ve görevler manzumesi" olarak tanımlayabiliriz. Ancak bazen kabul edilen kuralların birbiriyle çeliştiği olabilir, bu durumda birey kendi bilinçli seçimiyle ahlaki bir tercih yapmayı öğrenmek durumundadır.

Gencin bilişsel açıdan olgunlaşması, toplumsal beklentiler ve talepler, ahlaki gelişimi hızlandırır. Genç insan, kendisine sunulan çok çeşitli değerlerden kimilerini alır ve benimserken kimilerini reddeder. Her gencin yaşamına kılavuzluk eden şöyle ya da böyle bir değerler sistemi vardır. Güçlü bir kimlik duygusu ile değerlere sahip olma arasında sıkı bir bağlantı bulunmaktadır.

Genç için ahlak ve değerler alanının önem taşıdığını hemen herkes kabul etmesine karşın ahlaki değerlerin gelişimiyle ilgili tam bir fikir birliği yoktur. Ahlaki gelişimi anlayabilmek için değişik teoriler ortaya atılmıştır. Bunlardan bilişsel yaklaşımı savunanlar, ahlaki değerlerin ahlaki bir duruma uygun şekilde düşünebilme yeteneği ile gerçekleşebileceğini öne sürerler. Bazılarına göre ise ahlak, insanların ne düşündükleri ile değil ne yaptıkları ile ilgilidir. Jean Piaget'nin zihinsel gelişimle ilgili çalışmaları, bu konuda önem taşırlar. Piaget, ahlakın bilişsel gelişime paralel olarak kademeli biçimde geliştiğini belirmiştir. Buna bağlı olarak küçük çocuğun sahip olduğu ahlaki değerlerle gencin sahip olduğu ahlaki değerlerin, bilişsel kapasitelerinin farklı olması nedeniyle birbirinden farklı olduğunu öne sürmüştür. İşlem öncesi zihinsel düzeyde olan çocuk, basit bir şekilde anababanın koyduğu kuralları izler; somut işlemler döneminde çocuk, kuralları kabul etmekle birlikte bunların istisnası olabileceğini anlar. Gençlik döneminde gelinen zihinsel düzey olan soyut işlemler dönemindeyse artık genç insan, kuralları geniş ölçekte toplumun ve diğer insanların yararına göre değerlendirmeyi öğrenir.

Lawrence Kohlberg, Piaget'nin kavramlaştırmasını genişleterek ahlaki gelişmenin üç temel devreden oluştuğunu belirlemiştir: Gelenek-öncesi, geleneksel ve gelenek-sonrası. Her dönem de kendi içinde iki alt-gruba ayrılmaktadır. İlk düzey olan gelenek-öncesi ahlak döneminde ceza ve anababaya uyma temel belirleyici etkendir; ikinci düzey olan geleneksel rol uyumunda ise çocuk, onaylanmak, takdir edilmek için diğer insanlarla iyi ilişkiler sürdürmeye çalışır. Ahlaki gelişimin son aşaması olan gelenek-sonrası dönemde ahlaki ilkelere gönüllü olarak uyulur ve gerektiğinde belli durumlarda bu kuralların istisnası olabileceği bilinir.

Gençlik döneminde önce geleneksel ahlaki düşünce baskındır: Buna göre doğru davranış, kişinin yapması gereken şeyleri yapması, otoriteye saygı göstermesi, ve varolan sosyal düzeni sürdürmesidir. Önceden savunulanın aksine son araştırmalar, birçok gencin bu aşamadan öteye geçmediğini ve burada kaldığını ortaya koymuştur. Bazı gençler ise gelenek-sonrası döneme geçerler. Bu dönemde herhangi bir toplumsal gruba ait olmayan, evrensel olarak kabul edilebilir, soyut ahlaki ilkeler kazanılır.

Bilişsel olarak ahlaki ilkelerin kazanılması, onlara uyulacağı anlamına gelmez. İnsanların doğru bildikleri şeyi yapmaları, ahlakın kendi kişiliklerinde ve kimliklerinde tuttuğu yerin önemine bağlıdır. Ahlaki değerlerin genç tarafında içselleştirilmesinin güce ve disipline ya da sevgiden yoksun bırakmaya dayanan bir eğitimle değil; ilgi ve sıcaklığın eşlik ettiği açıklama ve anlatmaya dayanan bir eğitimle sağlanabileceği çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. Gençliğin değer sistemi ile ilgili olarak Batı'da yapılan araştırmalarda günümüze doğru yaklaştıkça giderek daha fazla sayıda gencin kendi finansal ve genel iyiliğini toplumunkinden daha önemli gördüğü izlenmektedir. Yine 1970'li yıllarda yapılan araştırmalarda iyi eğitim daha ön plandayken, 80'li yıllarda daha fazla para kazanmak öne geçmiştir. Yeterince sistemli bir şekilde yapılmasalar da son yıllarda ülkemizde yapılan daha ziyade popüler nitelikli çalışmaların sonuçları da bu doğrultudadır.

g1z4y
29-07-2009, 12:53 AM
Gençlerde dini ve siyasi fikirlerin gelişimi
Gençlerde siyasi ve dini düşüncelerin gelişimi de ahlaki değerlerde olduğu gibi bilişsel gelişimle bağlantılıdır. Dini ve siyasi düşüncelerin yaş arttıkça daha soyut bir nitelik kazanmaları beklenir. ABD'nde yapılan bir araştırmada erken gençlik döneminde siyasi düşüncede otoriteryanizmin baskın bir özellik olduğu ortaya çıkmıştır. Yaş ilerledikçe siyasi düşünce daha az otoriteryan, soyut, diğer insanların gereksinimlerini ve amaçlarını dikkate alan bir nitelik kazanmaktadır. Dini düşünce de 12-18 yaşları arasında giderek daha soyut ve daha az sözel bir şekle dönüşür. Batı'da yapılan araştırmalarda 1960'lı yıllardan itibaren genç insanlar arasında dini, yaşamın en önemli değeri olarak görenlerin sayısı azalırken bir yandan da belli bir azınlık kesimde köktenci (fundamentalist) dinsel geleneklere olan ilgide artış izlenmektedir.

Gençlik Dönemi Sorunları
İnsanlığın bir anlamda geleceğini teşkil eden gençlerle ilgili olarak yetişkinler her zaman kaygılanmışlardır. Bu kaygıların en belirgin nedenlerinden birisi, yeni neslin yani gençlerin köklerinden kopuk, duygusal sorunları olan, benmerkezcil ve maddeci olduğuna duyulan inançtır. Yetişkinler, sanki kendileri bir gençlik döneminden geçmemişler gibi, tarih boyunca gençler hakkında böylesi önyargılara sahip olmuşlardır. 90'lı yıllar itibariyle de değişen bir durum yoktur. Artık yetişkin olmuş 68 kuşağı bile kendi çocuklarında bu özellikleri tespit etmekte ve onlara karşı saldırıya geçmekte tereddüt göstermemektedir. Özellikle Batılı toplumlarda gençler arasında yüksek oranda suça ve şiddete yönelik davranışlar, ilaç ve alkol kullanımı, erken ve evlilikdışı gebelikler, intihar olayları görülmesi, zaten neredeyse yetişkinliğin doğası gereği olan bu kaygıları daha da arttırmaktadır. Buna rağmen bir grup bilimci ise, bugünün gençliğinin eskiye göre daha bilgili, açık, dürüst ve hoşgörülü olduğunu savunmaktan geri kalmamaktadır. Bilim çevrelerine bile sirayet etmiş gençler hakkındaki bu önyargıların aksine yapılan çalışmalar, bu dönemin gençlerin çoğu için hiç de böyle sorunlu olmadığını göstermiştir. Çalışmalarda gençlerin genellikle uyumlu olduğu, anababaları, öğretmenleri ve arkadaşları ile iyi geçindiği bulunmuştur. Ama çoğu genç nadiren ve geçici dönemler halinde isyankarlık, kafa karışıklığı ve duygusal karmaşa yaşayabilmektedir.

Gençlik döneminde meydana gelen hızlı fiziksel ve ruhsal değişiklikler önemli bir gerilim kaynağı olabilmesine karşın pekçok genç bu dönemdeki sorunlarla başarıyla başedebilir. Ancak azınlık bir grup, bu dönemin sorunlarını halledemez ve ruhsal bozukluk gelişir. Yapılan çeşitli çalışmalarda, gençlerin yaklaşık %10-15' inin önemli bir ruhsal veya psikofizyolojik bozukluk geçirdiğini ortaya koymuştur. Elbette bu bozulmaların nedenini doğrudan doğruya genç olmakta aramak, açıkça gençlere yapılan bir haksızlıktır; bunların çoğunun kökeni, muhtemelen erken gelişim dönemlerinde olup ancak ilk belirtileri, gençlik döneminde ortaya çıkmaktadır.

Kaygı tepkileri gençlik döneminde çocukluğa göre daha sık görülürler. Gencin ihtiyaçları ve istekleri çocuktan çok farklıdır. Kimi kere bunların bir kısmının genç insan bile farkında olmayabilir. Bunların uygunsuz olanları gencin kaygı duymasına yol açabilir. Gençlerde en sık kaygıya yol açan durumlar, kontrolü kaybetme korkusu; saldırganlığı ve öfkeyi açığa vurma- ifade etme ve cinsellikle ilgili kaygılar; bağımlılık ve bağımsızlık ihtiyaçları arasındaki çatışmadan doğan kaygı; arkadaşlarından kabul görmekle ilgili kaygı; cinsel kimlik ve beden imgesi ile kaygı; bireysel rekabetlerle ilgili kaygılardır. Kaygı, birey için istenmeyen gerilim yaratan bir duygu olduğundan kaygıyı yaşayan kimse, bunu ortadan kaldırmaya çalışır. Gençler, bazen kaygılarını giderebilmek için alkol ve madde kullanımı gibi hoş olmayan yöntemler seçebilirler. Bu kaygı tepkilerinin artık ruhsal rahatsızlık düzeyine gelmiş olanlarını şöylece sıralayabiliriz: Yabancıların ve farklı toplumsal ortamların doğurduğu kaygı, aileden ve evden ayrılmayla ortaya çıkan ayrılık kaygısı ve kaygının kaynağının belirsiz ve yaygın olduğu gelecekten gerçekçi olmayan bir şekilde endişe duyulduğu, kişisel yeterlilikle ilgili yoğun şüphe olan ve belirgin gerginlik durumunun yaşandığı aşırı kaygı bozukluğu... Gençteki kaygı, eğer uygun şekilde tedavi edilmezse süregenleşebilir. Eğer kaygı çok aşırıysa ortaya panik ve dehşet çıkar.

Gençlerde ruhsal çöküntü veya depresyon hafif hüzünden gerçekle bağlantının koptuğu psikotik durumlara uzanan bir çizgi içinde ortaya çıkabilir. Cinsel gelişim (puberte) öncesi depresyon oğlanlarda daha sıkken, cinsel gelişim sonrası kızlarda daha sık görülmeye başlar. İntihar davranışı, çocuklukta ve erken gençlikte nadir görülürken, 15 yaşından itibaren özellikle erkekler arasında olmak üzere hızla oran artar. Gençlerde intihar oranı, son 30 yılda üç katına çıkmıştır. Genç insanlarda intiharların nedeni, genellikle ilk bakışta romantik bir ilişkide yaşanan düş kırıklığıdır; ancak dikkatli bir incelemeyle intiharın uzun süreli güçlüklerin ve yaşanan sıkıntıların birikimi sonucunda gerçekleştiği görülür.

Yeme bozuklukları ve şizofreni, genellikle gençlik döneminde başlayan fakat yetişkin döneme de taşan önemli ruhsal rahatsızlıklardır. Yeme bozukluklarında aşırı kilo kaybı, aşırı yeme ve kusma,vucut ağırlığı ile ilgili algıda bozukluk dikkati çeker. Şizofreni ise düşünce, duygu ve davranış alanlarında önemli bozulmalarla seyreden ciddi bir ruhsal rahatsızlıktır. Davranış bozukluğu belirtileri arasında saldırganlık, aşırı uygunsuz ve toplumsal normlarla uyuşmayan hareketler, kişisel bakımda düşme, toplumsal ilişkilerden geri çekilme izlenir.

Özellikle Batılı toplumlarda gençler arasında görülen en önemli sorunlardan bir diğeri, ilaç, madde ve alkol kullanımıdır. Batı toplumu, yıllardır belli bir ilaç kültürünün oluştuğu bir toplumdur. Sorunun kökenleri, nedenleri ve boyutları, ekonomik durumu, eğitimi ve yaşam koşulları iyi olan gençlerde, yoksul, kötü eğitimli gençlerden farklıdır. Gençlerde ilaç kullanım miktarı son yıllarda Batılı ülkelerde azalmaktadır. Ancak yine de A.B.D'de lise öğrencilerinin %20'si son otuz gün içinde esrar kullandığını bildirmekte, %5'i yaşamlarının bir döneminde "crack" (bir tür kokain)i denediklerini belirtmekte, ve üçte biri de son iki hafta içinde beş veya daha fazla kez alkol kullandığını belirtmektedir. Sorunun boyutları, özellikle ekonomik durumun kötü olduğu, metropolitan bölgelerdedir. Yurdumuzda en sık izlenen alışkanlıklar ise çeşitli psikotrop ilaçların ve uçucu maddelerin kötüye kullanımıdır. İlaç ve madde bağımlılığıyla ilgili çok fazla kaygı duyulmasına karşın asıl kaygılanılması gereken sıklıkta görülen alışkanlık alkol kullanımıdır. Yine son yıllarda alkol kullanma sıklığında azalma görülmesine rağmen hala Batılı toplumlarda 14 yaş nüfusunun yaklaşık %10'unda sorun yaratacak şekilde alkol kullanımı vardır.

Sigara kullanma Batılı toplumlarda gençler arasında 1976-1977 yıllarında en üst noktaya uaşmıştır. O yıllardan 1989 yılına dek sürekli bir düşüş izlenmiştir. Kullanma sıklığına bakıldığında A.B.D'de kızlarda %31, erkeklerde ise %27'lik bir oranla karşılaşılmaktadır ki bu geleneksel oranların tersine döndüğüne işaret etmektedir. Esrar kullanımı da 1978-1979' da en üst noktaya ulaştıktan sonra (%36), 1989'da %16.7' ye düşmüştür.

Gençlerin ilaç ve madde kullanımları, çok farklı nedenlere bağlıdır ve boyut itibarıyla çok değişkenlik gösterir. Gencin ilacı deneme nedenlerinden birisi, kolay ulaşılabilir olmasıdır. Gençlerin yeni şeylere olan merakı, kolay tehlikye atılabilmeleri ve risk alabilmeleri diğer olası nedenlerdir. Diğer önemli nedenler, anababanın etkisi, arkadaş baskısı ve etkisi, yaşamın zorluklarından kaçma, duygusal bozukluklar ve toplumsal reddedilmedir.

g1z4y
29-07-2009, 12:54 AM
Gençlik döneminde saldırganlık
Tüm bu özelliklerinden dolayı gençlik, insanoğlunun şiddete ve saldırganlığa en yatkın dönemlerinden biridir. İstatistikler, şiddet olaylarının daha çok gençler tarafından gerçekleştirildiğini ve gençlerin daha çok suça eğilim gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Bunun nedenleri çok çeşitlidir. En başta gelen nedenler arasında bu dönemde saldırgan dürtülerde artma olması gelir. Tepkilerin sözden çok eylemler ve davranışlarla gösterilmesi; hormonal ve biyolojik değişiklikler; fiziksel güç ve enerjideki artış, bu durumun diğer nedenleri arasında sayılabilir. Gençler tarafından yapılan kanuna aykırı işlerin başında hırsızlık, çevreyi ve eşyaları tahrip etme, tecavüz, saldırı ve cinayet gelmektedir. Bu tür suçları işleyen gençlerin sayısında başta A.B.D olmak üzere çeşitli Batılı ülkelerde yıldan yıla artış görülmektedir. Cinsiyetler arasında bu tür suçlara eğilim açsından bir farklılık görülmektedir. Erkeklerde bu tür eylemlere karışma daha sıktır; fakat giderek erkek/kadın oranı azalmaktadır.

Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, genel olarak suça yönelik davranışların başlamasında ve sürdürülmesinde akranların ve arkadaş grubunun önemini ortaya koymuştur. Yakın zamanlarda yapılan uzunlamasına bir çalışmada, üç yıllık bir süre içinde suça eğilimli arkadaş grubu olan gençlerde böyle bir arkadaş grubu olmayanlara göre daha fazla oranda bu tür davranış görüldüğü saptanmıştır. Özellikle sosyoekonomik açıdan az gelişmiş kent kesimlerinde yaygın olan gençlik çeteleriyle ilgili yapılan araştırmalarda, bunların suça eğilimi arttırmakla birlikte, eğer iyi organize olmuş, şiddet eğilimi az olan bir grup ise gencin kişisel değer, akranlar tarafından kabul edilme ve kendini koruma gibi doğal eğilimlerini doyurmaya yardım edebileceği ortaya konmuştur. Genellikle suça eğilimli gençlerin zeka düzeyleri, diğer gençlerden daha düşüktür. Kişisel etkenler de saldırganlık ve şiddet eylemlerinin de içinde yeraldığı suça yönelik tutumları etkilerler. Erken okul yıllarından itibaren bu tür gençlerin zor uyum sağlayan, az arkadaşlık kuran, hesapsız, dürtüsel davranışlar gösteren ve otoriteye karşı çıkan çocuklar oldukları araştırmalarla gösterilmiştir.

Gençlerde suça ve şiddete eğilimin en iyi öngörücüsü anababa ile olan ilişkinin şeklidir. Çocuklukta ihmal edilen, aşırı katı veya dengesiz, daha çok da fiziksel cezalandırmaya, dayağa dayanan bir disiplin uygulanan çocuklarda gençlik döneminde bu tip davranışlar daha sık izlenmektedir. Anababa çocuk ilşkisinde karşılıklı düşmanlık, aile kaynaşmasının yokluğu, anababanın çocuğu reddi, ilgisizliği bu tür gençlerin ailelerinde sık rastlanan durumlardır.

Alt-gelir gruplarında yer alan gençlerin suça eğilimlerinde ruhsal sorunlardan çok toplumsal ve kültürel etkenlerin daha fazla rol oynadığı düşünülmektedir.

Gençlik döneminde politik eylemler ve şiddet
İnsan, gençlik döneminde düşünce yapısı olarak büyük dönüşümler yaşar. Gençlik dönemine girilmesiyle birlikte düşünce işleyişi somuttan soyuta doğru kayar; insanlığın durumu, moral ve etik değerler ve din konuları kökten ve yeni baştan ele alınır. Zekanın en işlek olduğu dönem olan 18-24 yaş arasında gençler, herşeyi sorgularlar. Kendileri, dünya, varoluşun nedenleri gibi konularda enine boyuna düşünmeye başlarlar. Genç insan, sadece görünen gerçekliğe bağlı değildir. Olabilecek alternatifler üzerine düşünebilir. Bu dünyanın nasıl başka türlü olabileceğini de kapsayan bir sorgulamayı getirir bu. Olumsuzlama bu dönemin en tipik özelliklerindendir ve politik seçimlerde dahil olmak üzere yaşamın tüm alanlarını kapsar. Anababanın sahip olduğu tüm değerler olumsuzlanabilir. Genç ailesinden kopmaya ve bireyselleşmeye başladıkça "ben kimim?" ve "nereden gelip, nereye gidiyorum?" soruları sorulmaya başlanır. Genç, kuralları incelemeye, bu kuralların ardında yatan ilkeleri tartışmaya başlar. Soyut ve kurgusal bazen de pratikle pek doğrudan ilişkisi olmayan bu düşünme tarzıyla genç insan, ahlaki, dini ve politik alanlarda varolan sistemi yetersiz bulabilir ve bu nedenle köktenci karşı çıkışlara yönelebilir. Çok ortada ve ayan beyan olan yanlışlıkları gördükleri halde düzeltmedikleri için erişkinleri ikiyüzlülükle suçlayabilir. Yaş ilerledikçe kafasında kurduğu ideal dünya ile gerçek dünya arasındaki fark ortaya çıktıkça hayal kırıklıkları yaşayabilir.

Gençlik döneminde ailenin dışındaki dünya ve arkadaş grupları daha birincil bir konuma geçer. Genç insan, kendisini akranlarının gözüyle değerlendirir; arkadaş grubunun normlarından sapma kendine güvenini azaltan ve istenmedik bir şey olur. Birçok insan için gençlik dönemi ahlaki gelişmenin ve değerlerin şekillendiği bir dönemdir aynı zamanda. Soyut düşünce döneminde artık sadece ailenin değil, geniş ölçüde toplumun ve insanlığın çıkarları da devreye girer.

Gençlik döneminin bir diğer özelliği de gençlerin kolaylıkla tehlikeli ve riskli davranışlar sergileyebilmesidir. Bunun için zaten toplumu savunmak hep onlara kalmıştır; toplumun vurucu gücü gençler olmuş, onlar öne çıkmıştır. Benzer şekilde ideolojik, ulusal mücadelelerde, spor karşılaşmalarında gençleri görürüz hep. Fiziksel bedensel gücün zirveye ulaştığı yaşlardır gençlik yılları. İstatistiklere göre gençlerin ölüm nedenleri arasında kazalar özellikle de motorlu taşıt kazaları birinci sırada yer almaktadır. Bu durumun kolay risk alıcı davranışlara girme eğilimi ile ilişkisi olduğu sanılmaktadır. Gençlerin kolay tehlikeye atılmaları yetersizlik duygularını örtmeye yönelik aşırı tepkiler, gruba benzeme ve uyma, kendisini çok güçlü, zedelenemez ve ölümsüz görme gibi nedenlerle açıklanmaktadır.

Gençlik döneminin bu özelliklerini alt alta sıraladığımızda tablo daha netleşiyor; gençlerin kurulu düzene olan sorgulayıcı tavırları, köktenci ve ödün vermez düşünce biçimleri, arkadaşlığa verdikleri önemleri, enerji dolu olmaları ve kolay tehlikeye atılabilmeleri neden siyasi mücadelelerde ön saflarda yer aldıklarını açıklıyor. Hele de böyle bir mücadele norm haline geldiğinde yani diğer gençler de aynı şeyi yaptıklarında arkadaş grubunun kuralları genç için önem kazandığından ailenin tutumu ne olursa olsun genç, politik grupların içinde yer alabiliyor. Gencin içinde yer aldığı politik grubu seçimi, bireysel özellikleri de hesaba katan ayrı bir tartışmayı gerektiriyor.

80 sonrası gençlerin siyasi katılımları, en azından görünürde de olsa azaldı. Bir kere genelde tüm toplum için siyasi mücadele daha az önemli hale geldi. Politikacılar özelinde tüm bir politika, olumsuzlandı, onların "uğruna mücadele vermeye değmeyecek insanlar olduğu" vurgulandı. İnsanların kendilerini tanımlamasında politik kimlik daha ikincil oldu. Bu gençleri de etkiledi ister istemez. 80 öncesinde hemen tüm gençler için siyasi tercih, kişisel kimliklerinin en önde yer alan bir bileşeni idi. Neredeyse bazı gençlerin bu alan dışında uğraşıları kalmamıştı: okul, eğitim, meslek, arkadaşlık ilişkileri, karşı cinsle ilişkiler, hobiler, özel zevkler, sanat ve güncel politika dışındaki düşünsel etkinlikler hep ikinci planda kaldı. Dolayısıyla gençlik döneminin diğer özellikleriyle birleştiğinde 80 öncesi yıllar, gençlerin "siyasi şiddet"e yönelmeleri için çok elverişli bir vasat oluşturdu.

Şüphesiz gençlik dönemininde hız kazanan siyasi ilgi ve etkinlikler, gençlerin sağlıklı bir gelişim gösterebilmesi için olduğu kadar dünyamızın yenilenmesi ve değişimi için de gereklidir. Üstelik bu tür ilgi ve etkinlikler, barışçı bir mecrada sürdürüldüğünde, gençlik dönemindeki şiddete yönelmenin de gerçek panzehiridirler. Ancak sağlıklı bir kişisel gelişim için gencin politik alanların dışındaki tüm diğer alanlarda da belli bir varlık gösterebilmesi, olgunlaşması, seçimler yapması gereklidir. Ülkemizin gençleri 1980'lerden yakın zamanlara gelene kadar politik alanının önceki kıyıcı ve bıktırıcı hegomonyasından kurtulmanın verdiği rahatlıkla hareket etmişlerdir. Artık enerjiler oralara akıtıldığından sanatta, ticarette, ekonomide gençlerin etkisi daha fazla hissedilmiş, Yuppiler her yerde boy göstermişlerdir. Politik olmak, belli bir siyasi gruptan yana tavır almak, bir norm olmaktan çıkmış, gençler hem kendi seçimlerini daha rahat belirleyebilmişler hem de seçenekleri daha fazlalaşmıştır. Ne var ki bu olumlu atmosferin ülke geneli için geçerli olduğunu söyleyebilmeye imkan yoktur. Tam tersine bir yandan depolitizasyon süreci işlerken diğer yandan toplumun bıçak sırtında duran dengeleri alt-üst olmuş, toplumun ve dolayısıyla gençlerin çok büyük kesimi için yoksullaşma, göç, ani kültürel değişim, teknomedyatik dünyadan gelen uyaran bombardımanı gündeme gelmiştir. Kaosa gidiş, gençlerin büyük bölümünün yaşam karşısındaki seçim yapma, sağlıklı bir bireysel kimlik oluşturabilme fırsatlarını ortadan kaldırmış, öfkelerini biriktirmiştir. Ortaya çıkan tablo, 1990-1996 arasındaki dönemin karakteristiklerini belirlemiş; özellikle daha tutucu bir ahlaki gelişim düzeyinde olan lise gençliğinin özellikle umutsuz ve lumpen kesimlerinin amaçsız ve sudan gerekçelerle birbirlerine kıyasıya saldırılarını ve çete cinayetlerini gündeme getirmiştir.

1996'dan sonra yeniden gençliğin siyasallaşması gündemdedir. Siyasallaşma ve barışçı bir siyasi mücadele ortamı olmadığından "siyasi şiddet"e yönelme eğilimi, yüksek okullardan liselere doğru hızla yayılmaktadır.

Biz, hepimiz, gençlerimizin neden şiddete başvurdukları olgusu üzerinde yeterince kafa yormazsak ve uygun tedbirler almazsak toplumumuzun yeni genç boğazlaşmalarına sahne olmasını istemesek bile en azından seyirci konumunu benimsediğimizi itiraf etmek, bu suçun sorumluluklarına hazır olmak durumundayız.