Bülent
14-09-2013, 08:10 PM
Şizofreni, hem yönetmenlerin hem de oyuncuların ilgi gösterdiği bir konu. Oyunculara kendi yeteneklerini gösterme fırsatı tanır bu tür karakterler. Bu tür karakterleri oynamak gerçekten de zordur. Belki de oyuncunun oyunculuğunu konuşturacağı az sayıdaki karakter özelliklerinden bir tanesidir. Şizofreniyi konu edinen filmlerden bazılarına bakıldığında da yönetmenlikte veya senaryoda bir özgünlük olmasa da oyunculuk anlamında tatmin edicidirler. Hatta bazı filmler sadece oyunculukla kendilerinden söz ettirmişlerdir. Yönetmenler açısından bu tür filmler önemlidir. Yönetmen genelde bu karakterleri anlatan filmlerde izleyiciyi şaşırtmaya çalışır. Karakterin halisünasyonlarını bizlere gerçekmiş gibi sunar. Finalde de tüm bunların halisünasyon olduğunu belirtir. Tabi bir diğer önemi de atmosferi yaratabilmektir. Karakterin sanrıları bu açıdan önem taşır. Eğer sanrılar için uygun bir atmosfer oluşturulmazsa inandırıcılık sorunu doğabilir. Bu yazıda şizofreniyi konu edinen bazı filmlere değineceğim. Sinemanın en popüler konularından şizofreniye değinen bir sürü isim ve film var şüphesiz. Ben 15 tanesini irdeledim. Yazılar sürprizbozan (spoiler) içerir.
Shutter Island / Zindan Adası (2010):
Martin Scorsese’nin 2010 çıkışlı gerilim filmlerinden bir tanesi. Bu türde sadece “Cape Fear” (1991) filmini kotaran Scorsese konunun hakkını vermeyi başarmıştı. Dennis Lahane’in çok satan aynı adlı romanından uyarlanan filmde adli polis Teddy Daniels’ın deliler hastanesinden kaçan bir kadının kaçışını soruşturmak için adaya gelmesi ve kendi gerçeğiyle yüzleşmesi anlatılıyordu. Finalde çoğu kişiyi ters köşeye yatırmasa da Scorsese, oluşturduğu atmosfer ve gerilimle olumlu eleştirileri topladı. Çoğu kişi gibi ben de Scorsese’nin Oscar’ı “The Departed” yerine bu filmle almasını isterdim. Filmde görüntü yönetmenliği ve müzikler kadar oyunculuklar da iyiydi. Özellikle Leonardo DiCaprio şizofrenik karakterde inandırıcı olmayı başarmıştı.
Repulsion / Tiksinti (1965):
Roman Polanski’nin 1965 çıkışlı siyah-beyaz filmi yönetmenin apartman üçlemesinin de ilk filmiydi. Şizofreniye fazlasıyla ilgi duyan aktör-yönetmen Polanski, bu filminde şizofreninin katatonik türüne değinmişti. Katatonik şizofreni aniden olan bir hareket bozukluğudur. Genelde bu tür hastalar çevreye kayıtsız kalmamakla birlikte saatlerce aynı pozisyonda durabilirler. İşte filmdeki Carole’ın da hastalığı budur. Bir sahnede sevgilisi onu kafede beklerken kendisi dışarıda bir taşın üstüne oturmuş, dakikalarca yerdeki çatlağa bakmıştı. Bu gibi ayrıntılarla filmini zenginleştirmişti. Polanski filmde sadece bu hareket bozukluğuna değinmiyor. Ayrıca bastırılmış cinselliğin yol açacağı sorunları da irdeliyor. Film 4 oyuncuyla ve genelde tek mekanda geçmesine rağmen ortaya oldukça sürükleyici bir yapım çıkmış. Carole’ın erkek tiksintisinin temellerine indiğimizde de Polanski bizleri şaşırtmayı başarıyor. Carole rolünde usta oyuncu Catherine Deneuve bu karakterde çok iyiydi. Karakterin donuk bakışlarını, tedirginliğini, parçalanmışlığını ve finalde çıldırışını yansıtmakta çok başarılıydı.
Le Locataire / Kiracı (1976):
Polanski’yle devam edelim. Bireyin kötücül ve hastalıklı taraflarını yansıtmakta oldukça başarılı olan yönetmen apartman üçlemesini (Tiksinti, Rosemary’nin Bebeği ve Kiracı’dan oluşan bir üçleme) sona erdirdiği bu filminde başrolü de kendisi üstlenmişti. “Tiksinti”den farklı yanlara da sahip olan “Kiracı”nın bu filmle en büyük benzerliği gene şizofrenik bir karakteri anlatmasından ileri gelmekteydi. “Tiksinti”nin aksine apartman ve apartmandaki bireyler bu filmde oldukça önemli bir konuma gelmişlerdi. Filmde uzun uğraşları sonucunda bir daire bulup buraya taşınan Trelkovsky’nin gün geçtikçe apartman ahalisi tarafından sindirilmesi, taciz edilmesi, özgürlüğünün kısıtlanması sonucu intihara meyilli hale gelmesi anlatılıyordu. Tabi buzdağının görünen kısmı buydu. Fakat sonradan öğreniyoruz ki aslında çoğu şey Trelkovsky’nin sanrılarından ibaretti. Örneğin apartman ahalisi tarafından intihar etmeye teşvik edildiğini düşündüğü sahne bunun bariz bir kanıtı. Burada Polanski olayları önceTrelkovsky’nin gözünden gösteriyordu. Buna göre ahali, Trelkovsky’i intihara teşvik ediyordu. Sonraysa olaylara objektif açıdan bakıyor ve aslında ahalinin onun durumundan endişeli olduğunu gösteriyordu. Bu da Trelkovsky’nin benliğinin bölünmüşlüğünü göstermesi açısından oldukça önemli bir sahne oluyordu. Tabi Trelkovsky’nin paranoyalarının, sanrılarının da nedeni vardı: Kiraladığı dairenin önceki kiracısı Simone, karakterine hiç uymamasına rağmen intihar etmişti. Trelkovsky de bir süre sonra kaderlerinin benzeşeceğinden korkmaya başlar ve paranoyalara teslim olur. Sözün özü “Kiracı” Polanski’nin en iyi filmlerinden bir tanesi. Kimilerine göre de “Tiksinti”den daha iyi olan filmdi.
Black Swan / Siyah Kuğu (2010):
Henüz üzerinden bir yıl dahi geçmemesine rağmen klasikleşme yolunda emin adımlarla ilerleyen bir Darren Aronofsky filmi. Hikaye herkesin malumu. Hem siyah kuğuyu, hem de beyaz kuğuyu, yani Kraliçe Kuğu’yu oynamak isteyen Nina’nın paranoyalarla dolu hikayesi anlatılıyordu. Aronofsky’nin filmi, Polanski’nin “Tiksinti”sini ve Michael Powell’ın “Kırmızı Pabuçlar”ını hatırlatsa da özgün olmayı başarıyordu. Balenin sinemaya çok az ve hakkıyla taşındığı aşikardır. Aronofsky baleyi hakkıyla perdeye taşıyan yönetmenlerden bir tanesi olmuştu. Natalie Portman’ın Nina kompozisyonuysa görülmeye değerdi. Black Swan’de diğer filmlerden farklı olarak kamera asla Nina’yı terk etmiyordu. Onun içinde bulunduğu paranoyalarla dolu bir kaç gününe bizleri de dahil edip germeyi başarıyordu Aronofsky.
A Beautiful Mind / Akıl Oyunları (2001):
Yukarıdaki filmlerin hepsinde ekipçe bir başarı sözkonusuydu. Yönetmen, şizofreniye farklı bir açıdan yaklaşıp klasikleşecek bir filme imza atarken, oyuncu da etkileyici bir şizofrenik karakter portresi ortaya koyuyordu. Ne yazık ki “Akıl Oyunları”nda bu ekip başarısını göremiyoruz. Russell Crowe’un Profesör Nash rolünde döktürdüğü herkesin malumu. Aktörün kariyerinin en iyi performanslarından bir tanesini içeren “Akıl Oyunları” ne yazık ki Ron Howard’ın vasat filmlerinden bir tanesi olmuştu. Howard, perdeye taşıdığı Nash’in bütün yönlerini ve şizofreniye teslim olmasının nedenlerini irdeleyememişti. Gerçek hayatta yaşayan ve önemli bir profesör olan Nash’in filmdeki hali inandırıcılıktan bir parça sapıyordu. Film ve senaryo Oscarlarını evine götürse de vasat bir şizofrenik film olarak tarihe geçmişti Akıl Oyunları.
Fight Club / Dövüş Kulübü (1999):
David Fincher’ın 90′larda çektiği başyapıtlarından bir tanesi olmakla beraber üç oyuncusunun döktürdüğü, şizofreniyi çoğu filmden daha iyi irdeleyen, film noir türünü canlandıran, sistem karşıtı sağlam bir film. Edward Norton’un şizofrenik Tyler Durden’ı Brad Pitt’le beraber canlandırdığı film sisteme uçan tekmelerle saldırmasıyla bir hayli popüler olmuştu. Chuck Palanhiuk’un aynı adlı underground romanından uyarlanmıştı. Filmdeki şizofrenik karakter Tyler Durden’dan başkası değildi. Tyler, düzenli ama çok sıkıcı bir işe, konforlu ama aynı derecede boğucu ve monoton bir hayata sahip birisi. Film ilerledikçe Durden’ın “dövüş kulübü” kurmasını ve buraya eleman toplayıp düzenli dövüşler düzenlemesini izliyorduk. Filmin sonuysa epey bir şaşırtıyordu. Pitt ile Norton’un aynı kişinin farklı karakterlerine hayat verdikleri film izlenmemişse çok şey kaçırılmıştır.
Neredesin Firuze (2003):
Amerika’da şizofreniye değinilir de ülkemizde değinilmez mi. Ezel Akay’ın 2003′te kotardığı filmde Demet Akbağ şizofrenik Firuze’yi canlandırmıştı. Firuze kendisini zengin ve ünlü bir prodüktör sanan birisiydi. Firuze, dibe vurmuş olan elemanlarımızı (Haluk Bilginer, Cem Özer, Özcan Deniz, Ruhi Sarı ve Ragıp Savaş’ın canlandırdığı müzisyen, şarkıcı ve prodüktörler) maddi açıdan olmasa da (Firuze kendisini çok zengin sanmasına rağmen aslında öyle değildi) manevi açıdan tekrar yükselişe geçmelerini sağlıyordu. Ezel Akay’ın çektiği “Neredesin Firuze” şizofreniyi ana malzemesi yapmasa da karakterin bir özelliği olarak perdeye taşımıştı.
Psycho / Sapık (1960):
Büyük yönetmen Alfred Hitchcock’un psikolojiye, özellikle psikoanalize ve Freud’a ilgisi büyüktü. Çoğu filminde karakterlerini hep bu açıdan yaratır ve çözümlerdi. “Sapık” da şizofreniyi irdelediği bir kaç filminden bir tanesiydi. Bir süre sonra başka yönetmenlerle devamları çekilip ve yeniden çevrimleri yapılan “Sapık” oldukça güçlü ve kaliteli bir film olarak sinema tarihine girmişti. Genelde “Sapık” denince akla o meşhur öldürme sahnesi gelir. Ama Sapık’ın başka önemli tarafları da var şüphesiz. O da normal görünen ama şizofreniden muzdarip olan Norman Bates karakterinin ürkünçlüğü ve sahiciliğiydi. Bates, ismiyle müsemma otelinin işletmeciliğini yürüten ve göründüğü kadarıyla annesiyle beraber yaşayan birisi. Şirketin parasını çalıp kendisine daha iyi bir hayat kurmak üzere yola çıkan Marion bu otelde geceyi geçirmeye karar verir. Duş alırken de katledilir. Hitch cinayeti işleyeni göstermeyecek açılar kullanır bu sahnede. Ardından Bates’ten kızı öldürenin annesi olduğunu öğreniriz ama Hitch bize anneyi de göstermez. Filmin sonundaysa Marion’ı ve onu arayan polisi öldürenin Bates olduğunu öğreniriz. Bates cinayeti annesinin kılığına girerek işlemiştir. Bates’in amacı dikkatleri başkasının üstüne çekmek değildir. O, şizofreniktir. Benliği parçalanmıştır. “Sapık” şizofreniyi konu edinen filmler arasında en önemli ve kalitelilerinden bir tanesi olarak sinema tarihine girmeyi başarmıştı. Aynı zamanda Hitch.’in çektiği son dönem başyapıtlardan bir tanesidir.
Shutter Island / Zindan Adası (2010):
Martin Scorsese’nin 2010 çıkışlı gerilim filmlerinden bir tanesi. Bu türde sadece “Cape Fear” (1991) filmini kotaran Scorsese konunun hakkını vermeyi başarmıştı. Dennis Lahane’in çok satan aynı adlı romanından uyarlanan filmde adli polis Teddy Daniels’ın deliler hastanesinden kaçan bir kadının kaçışını soruşturmak için adaya gelmesi ve kendi gerçeğiyle yüzleşmesi anlatılıyordu. Finalde çoğu kişiyi ters köşeye yatırmasa da Scorsese, oluşturduğu atmosfer ve gerilimle olumlu eleştirileri topladı. Çoğu kişi gibi ben de Scorsese’nin Oscar’ı “The Departed” yerine bu filmle almasını isterdim. Filmde görüntü yönetmenliği ve müzikler kadar oyunculuklar da iyiydi. Özellikle Leonardo DiCaprio şizofrenik karakterde inandırıcı olmayı başarmıştı.
Repulsion / Tiksinti (1965):
Roman Polanski’nin 1965 çıkışlı siyah-beyaz filmi yönetmenin apartman üçlemesinin de ilk filmiydi. Şizofreniye fazlasıyla ilgi duyan aktör-yönetmen Polanski, bu filminde şizofreninin katatonik türüne değinmişti. Katatonik şizofreni aniden olan bir hareket bozukluğudur. Genelde bu tür hastalar çevreye kayıtsız kalmamakla birlikte saatlerce aynı pozisyonda durabilirler. İşte filmdeki Carole’ın da hastalığı budur. Bir sahnede sevgilisi onu kafede beklerken kendisi dışarıda bir taşın üstüne oturmuş, dakikalarca yerdeki çatlağa bakmıştı. Bu gibi ayrıntılarla filmini zenginleştirmişti. Polanski filmde sadece bu hareket bozukluğuna değinmiyor. Ayrıca bastırılmış cinselliğin yol açacağı sorunları da irdeliyor. Film 4 oyuncuyla ve genelde tek mekanda geçmesine rağmen ortaya oldukça sürükleyici bir yapım çıkmış. Carole’ın erkek tiksintisinin temellerine indiğimizde de Polanski bizleri şaşırtmayı başarıyor. Carole rolünde usta oyuncu Catherine Deneuve bu karakterde çok iyiydi. Karakterin donuk bakışlarını, tedirginliğini, parçalanmışlığını ve finalde çıldırışını yansıtmakta çok başarılıydı.
Le Locataire / Kiracı (1976):
Polanski’yle devam edelim. Bireyin kötücül ve hastalıklı taraflarını yansıtmakta oldukça başarılı olan yönetmen apartman üçlemesini (Tiksinti, Rosemary’nin Bebeği ve Kiracı’dan oluşan bir üçleme) sona erdirdiği bu filminde başrolü de kendisi üstlenmişti. “Tiksinti”den farklı yanlara da sahip olan “Kiracı”nın bu filmle en büyük benzerliği gene şizofrenik bir karakteri anlatmasından ileri gelmekteydi. “Tiksinti”nin aksine apartman ve apartmandaki bireyler bu filmde oldukça önemli bir konuma gelmişlerdi. Filmde uzun uğraşları sonucunda bir daire bulup buraya taşınan Trelkovsky’nin gün geçtikçe apartman ahalisi tarafından sindirilmesi, taciz edilmesi, özgürlüğünün kısıtlanması sonucu intihara meyilli hale gelmesi anlatılıyordu. Tabi buzdağının görünen kısmı buydu. Fakat sonradan öğreniyoruz ki aslında çoğu şey Trelkovsky’nin sanrılarından ibaretti. Örneğin apartman ahalisi tarafından intihar etmeye teşvik edildiğini düşündüğü sahne bunun bariz bir kanıtı. Burada Polanski olayları önceTrelkovsky’nin gözünden gösteriyordu. Buna göre ahali, Trelkovsky’i intihara teşvik ediyordu. Sonraysa olaylara objektif açıdan bakıyor ve aslında ahalinin onun durumundan endişeli olduğunu gösteriyordu. Bu da Trelkovsky’nin benliğinin bölünmüşlüğünü göstermesi açısından oldukça önemli bir sahne oluyordu. Tabi Trelkovsky’nin paranoyalarının, sanrılarının da nedeni vardı: Kiraladığı dairenin önceki kiracısı Simone, karakterine hiç uymamasına rağmen intihar etmişti. Trelkovsky de bir süre sonra kaderlerinin benzeşeceğinden korkmaya başlar ve paranoyalara teslim olur. Sözün özü “Kiracı” Polanski’nin en iyi filmlerinden bir tanesi. Kimilerine göre de “Tiksinti”den daha iyi olan filmdi.
Black Swan / Siyah Kuğu (2010):
Henüz üzerinden bir yıl dahi geçmemesine rağmen klasikleşme yolunda emin adımlarla ilerleyen bir Darren Aronofsky filmi. Hikaye herkesin malumu. Hem siyah kuğuyu, hem de beyaz kuğuyu, yani Kraliçe Kuğu’yu oynamak isteyen Nina’nın paranoyalarla dolu hikayesi anlatılıyordu. Aronofsky’nin filmi, Polanski’nin “Tiksinti”sini ve Michael Powell’ın “Kırmızı Pabuçlar”ını hatırlatsa da özgün olmayı başarıyordu. Balenin sinemaya çok az ve hakkıyla taşındığı aşikardır. Aronofsky baleyi hakkıyla perdeye taşıyan yönetmenlerden bir tanesi olmuştu. Natalie Portman’ın Nina kompozisyonuysa görülmeye değerdi. Black Swan’de diğer filmlerden farklı olarak kamera asla Nina’yı terk etmiyordu. Onun içinde bulunduğu paranoyalarla dolu bir kaç gününe bizleri de dahil edip germeyi başarıyordu Aronofsky.
A Beautiful Mind / Akıl Oyunları (2001):
Yukarıdaki filmlerin hepsinde ekipçe bir başarı sözkonusuydu. Yönetmen, şizofreniye farklı bir açıdan yaklaşıp klasikleşecek bir filme imza atarken, oyuncu da etkileyici bir şizofrenik karakter portresi ortaya koyuyordu. Ne yazık ki “Akıl Oyunları”nda bu ekip başarısını göremiyoruz. Russell Crowe’un Profesör Nash rolünde döktürdüğü herkesin malumu. Aktörün kariyerinin en iyi performanslarından bir tanesini içeren “Akıl Oyunları” ne yazık ki Ron Howard’ın vasat filmlerinden bir tanesi olmuştu. Howard, perdeye taşıdığı Nash’in bütün yönlerini ve şizofreniye teslim olmasının nedenlerini irdeleyememişti. Gerçek hayatta yaşayan ve önemli bir profesör olan Nash’in filmdeki hali inandırıcılıktan bir parça sapıyordu. Film ve senaryo Oscarlarını evine götürse de vasat bir şizofrenik film olarak tarihe geçmişti Akıl Oyunları.
Fight Club / Dövüş Kulübü (1999):
David Fincher’ın 90′larda çektiği başyapıtlarından bir tanesi olmakla beraber üç oyuncusunun döktürdüğü, şizofreniyi çoğu filmden daha iyi irdeleyen, film noir türünü canlandıran, sistem karşıtı sağlam bir film. Edward Norton’un şizofrenik Tyler Durden’ı Brad Pitt’le beraber canlandırdığı film sisteme uçan tekmelerle saldırmasıyla bir hayli popüler olmuştu. Chuck Palanhiuk’un aynı adlı underground romanından uyarlanmıştı. Filmdeki şizofrenik karakter Tyler Durden’dan başkası değildi. Tyler, düzenli ama çok sıkıcı bir işe, konforlu ama aynı derecede boğucu ve monoton bir hayata sahip birisi. Film ilerledikçe Durden’ın “dövüş kulübü” kurmasını ve buraya eleman toplayıp düzenli dövüşler düzenlemesini izliyorduk. Filmin sonuysa epey bir şaşırtıyordu. Pitt ile Norton’un aynı kişinin farklı karakterlerine hayat verdikleri film izlenmemişse çok şey kaçırılmıştır.
Neredesin Firuze (2003):
Amerika’da şizofreniye değinilir de ülkemizde değinilmez mi. Ezel Akay’ın 2003′te kotardığı filmde Demet Akbağ şizofrenik Firuze’yi canlandırmıştı. Firuze kendisini zengin ve ünlü bir prodüktör sanan birisiydi. Firuze, dibe vurmuş olan elemanlarımızı (Haluk Bilginer, Cem Özer, Özcan Deniz, Ruhi Sarı ve Ragıp Savaş’ın canlandırdığı müzisyen, şarkıcı ve prodüktörler) maddi açıdan olmasa da (Firuze kendisini çok zengin sanmasına rağmen aslında öyle değildi) manevi açıdan tekrar yükselişe geçmelerini sağlıyordu. Ezel Akay’ın çektiği “Neredesin Firuze” şizofreniyi ana malzemesi yapmasa da karakterin bir özelliği olarak perdeye taşımıştı.
Psycho / Sapık (1960):
Büyük yönetmen Alfred Hitchcock’un psikolojiye, özellikle psikoanalize ve Freud’a ilgisi büyüktü. Çoğu filminde karakterlerini hep bu açıdan yaratır ve çözümlerdi. “Sapık” da şizofreniyi irdelediği bir kaç filminden bir tanesiydi. Bir süre sonra başka yönetmenlerle devamları çekilip ve yeniden çevrimleri yapılan “Sapık” oldukça güçlü ve kaliteli bir film olarak sinema tarihine girmişti. Genelde “Sapık” denince akla o meşhur öldürme sahnesi gelir. Ama Sapık’ın başka önemli tarafları da var şüphesiz. O da normal görünen ama şizofreniden muzdarip olan Norman Bates karakterinin ürkünçlüğü ve sahiciliğiydi. Bates, ismiyle müsemma otelinin işletmeciliğini yürüten ve göründüğü kadarıyla annesiyle beraber yaşayan birisi. Şirketin parasını çalıp kendisine daha iyi bir hayat kurmak üzere yola çıkan Marion bu otelde geceyi geçirmeye karar verir. Duş alırken de katledilir. Hitch cinayeti işleyeni göstermeyecek açılar kullanır bu sahnede. Ardından Bates’ten kızı öldürenin annesi olduğunu öğreniriz ama Hitch bize anneyi de göstermez. Filmin sonundaysa Marion’ı ve onu arayan polisi öldürenin Bates olduğunu öğreniriz. Bates cinayeti annesinin kılığına girerek işlemiştir. Bates’in amacı dikkatleri başkasının üstüne çekmek değildir. O, şizofreniktir. Benliği parçalanmıştır. “Sapık” şizofreniyi konu edinen filmler arasında en önemli ve kalitelilerinden bir tanesi olarak sinema tarihine girmeyi başarmıştı. Aynı zamanda Hitch.’in çektiği son dönem başyapıtlardan bir tanesidir.